2015: Her şeyin değiştiği yıl

Bu yazı blog’dan çok, günlük formatındadır. Kendi hayatımın son döneminde yaşadıklarımı anlatmaktadır. Siz de değişmek istiyorsanız, size de bir şeyler katacağından eminim.

10. 9. 8. 7. 6. 5. 4. 3. 2. 1.

Ve 2015’teyiz. Yakın arkadaşlarım, sevgilim, eğlenceli muhabbet, hep birlikte içip eğlendiğimiz bir ev partisi. Önümüzdeki bir kaç gün en büyük derdimiz, bir yere tarih yazarken yanlışlıkla yıl kısmına 2014 yazacak olmamız. 10’dan geriye saymaya bayıldığımdan değil de, herkes yapıyor işte.

Bundan (neredeyse) bir yıl önce, yukarıdaki cümlelerde bahsettiğim noktadayken, şu anki ben’i hayal bile edemezdim. Dışarıdan bakınca tamamen aynı kişi. İçeriden ise tamamen farklı. Yaşam tarzı: dışarıdan görününce hemen hemen aynı şeyleri yapıyorum. İçeride her şeyin anlamı ve değeri değişti. Bir insan dışarıdan aynı görünürken içeride nasıl tamamen değişebiliyor? Bunu anlamak için biraz geriye dönüyoruz.

Doğruyu söylemek gerekirse, 2015’imin ilk yarısı sıkıcı, bayık, anlamsız, ne iyi ne kötü bir şey yaşayarak geçti. Düz, basit, sıradan hayatıma devam ediyordum. Taa ki Temmuz/Ağustos’a kadar. Yazın da çok eğlendim. En sevdiğim arkadaşlarım. Deneysel fotoğrafçılık. Astro. Deniz, kum, güneş, sahil. Kitesurf. Yeni insanlar. Tatil modu. Alaçatı. Kızlar. Sabahlara kadar sevişmeceler. Kendi drone’umu radyo kontrolüne kadar sıfırdan yapma projem. Her sabah havuz. İçmece. Mangal. Doğa. Kahvemi yudumlayıp kendi işimi yaptığım günler. Kısaca, her şey on numaraydı. Yazın sonlarına doğru, sonbahara doğru bir şeyler oldu, ve her şeyin değiştiği, durduralamayacak bir zincirleme reaksiyon başladı. Hepimizin hayatındaki bazı olaylar insanı değiştirir, geliştirir, olgunlaştırır. Ama bu biraz daha farklıydı. Sanki bütün olacaklar, önceden en ince detaylarına kadar planlanmıştı. Bütün ama bütün hepsi böyle bir zamanlamayla üst üste gelemezdi.

Her şey mükemmel bir oyundu, ben de baş roldeydim. Kendimi çok sorguladım, acaba fazla mı drama king olmaya başladım diye. Hep dışarıdan, üçüncü biri olarak baktım kendime. Sonra fark ettim ki, kesinlikle hayır. Her şey. Gerçekten. Oluyordu. Rüya gibiydi, film gibiydi, ama gerçeğin kendisiydi yaşadıklarım. Rüzgar beni en korktuğum, en boktan yere götürüyordu. Karşı koymaya çalıştıkça daha da battım. Sonra dedim ki, s*kerler. Üst üste gelen büyük tesadüfleri ve insanların aptallıklarını, zaten istesem de değiştiremeyecektim. Neyi değiştirebileceğime bakayım dedim, ve sonra sanırım tek gerçek cevabı buldum: ben’i.

Değişmek, tek seçeneğimdi. Bunu görmem birazcık zaman aldı, ancak sonunda rüzgara bıraktım kendimi, tıpkı eski yaz günlerindeki gibi. Ev’imden uzaklara götürdü beni. Ait olduğum yerlerden çok uzaklara. Sanki uzaya doğru bütün hızıyla beni fırlattı. Dünya, gittikçe küçüldü, küçüldü, ve yok oldu. Nispeten güvenli sayılabilecek bir astronot kıyafetinin içindeydim, uzunca bir süre yaşamaya yetecek yemeğim, oksijenim, suyum vs. vardı. Yaşamsal ihtiyaçlarımı karşılıyordum. Ama hayat, onun dışında her şeyimi almıştı.

Evimin nerede olduğunu göremiyordum, tüm arkadaş ortamım dağılmıştı, sevgilim benden ayrılmıştı, para kazanmıyordum, monotonluktan çok sıkılıyordum, geleceğe dair umudumu kaybetmiştim, insanlara güvenemiyordum, hiçbir yere ait hissedemiyordum, iç huzurum kalmamıştı, kafamı oyalamamı ve iyi hissetmemi sağlayan her şey, bir kaç hafta içinde hayatımdan çıkıp gitmişti.

Sıfırdaydım.

Duygusal anlamda dibe vurmanın ne demek olduğunu, daha önce anlamadığımı anladım. Sıfır. Mutlak karanlık. Sonsuzluk ama kötü anlamda. Bir şekilde çıkmak zorundaydım. Gerek arkadaş, gerek duygusal hayat, gerek iş ve günlük sıradan olaylar açısından başkalarına bağımlı hale gelmiştim, ve insan bağımlılığının, en tehlikeli şeylerden biri olduğunu biliyordum. En korktuğum şey olmuştum tekrar. En olmak istemediğim yerde, en olmak istemediğim kişiydim. “Bak, gör”, dedi hayat bana. “Böyle de devam edebiliyormuş hayat.” Edebiliyordu, ama ben bu hayatı istemiyordum. Daha doğrusunu söylemek gerekirse: bu benim hayatım değildi. İnsan bağımlılığımdan kurtulursam, arkadaşlarımın farklı yerlere dağılmış olmalarından da, bir kademe ilerleyebilmek için başka insanları beklemem gerekmesinden de, duygusal hayatımdaki insanların yaptığı yanlışların cezasını çekmemden de kurtulabilirdim. Evet, buydu işte: insan bağımlılığımdan kurtulacaktım. Tıpkı, dış ülkelere bağımlı olmaktan kurtulmanın yolunun kendi kaynaklarını üretmek olduğu gibi, insanlara bağımlı olmanın yolu da, onlara ihtiyacın olmadan yaşayabilmekti. Ama nasıl? Bilimsel bir metod uygulamak, neden sonuç ilişkisi kurabilmek, maddeleri listeleyebilmek, sonra da hepsinden teker teker kurtulmak. Yapacağım buydu, ki bilimsel düşünmek, her zaman iyi yaptığım bir şeydi. Bunda da yapabilirdim, değil mi?

Kurallar burada böyle işlemiyordu dostum. İnsan sosyal bir varlıktır, evrimsel olarak diğer insanlara o ya da bu sebeple bağlıdır. Başka insanlar olmadan bir yere kadar yaşayabilir. Belki yemek bulur, yaşamsal anlamda zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilir, ancak sosyal ihtiyaçlar için insan gereklidir. Bunu basit bir deneyle kanıtlayabilirim. Gözünüzü kapatın ve hayatınızda kimse kalmadığını hayal edin. Hiçbir insan yok. Aile, arkadaş, tanıdık, eş, dost, sevgili, sokaktaki yürüyen insanlar, hiçbiri yok. Delirmeden ne kadar dayanabilirdiniz? Ben pek dayanabilen, asosyal olmaya alışık biri de değilim. İnsan, başka insanlarla birlikte kendi olabilir. Tek başına bir yere kadar kendini geliştirebilir. Bu yüzden, insanlara bağımlılığı tamamen kaldırmak gibi bir şey, insanın doğası gereği mümkün değildir. Ancak, bu bağımlılığı en aza indirip, o anda elimizdekileri en verimli kullanarak neler yapabilirdik acaba?

Kendini geliştirmek. Kendimi geliştirecektim. Ama nereden başlayacaktım? Her zaman her konuda olduğu gibi, en zor kısım, ilk adımı atmaktı. Yapmayı sevdiğim şeyleri bulmalıydım. Kendimi yeniden bulmalıydım. Ve ne kadar klişe olursa olsun, sonuna kadar doğru: değişim ancak içeriden dışarıya doğru olabilirdi. Belki o an, en sevdiğim şeyleri o da da bu sebepler yapamıyordum, belki suboptimal bir dönemdeydim, ancak bu yeni bir şeylere başlamaya engel değildi. Öncelikle daha fazla fotoğraf çekmeye çıkmaya başladım. Hala daha da eskiden yaptığım kadar değil, ama bir yerden başlamak lazım tabi. Blog açtım. Hem kendimle ilgili yaşadıklarımdan anıları paylaştığım, hem de insanların ilgisini çekebilecek diğer konulardan bahsettiğim, sıcakkanlı bir ortam oluşturmak istiyorum. Tabii ki daha bu konuda çok yeniyim, ancak yeterince kendini geliştirirsen, Tanrısı olamayacağın hiç bir alan yoktur. Blog konusunda uzun vadede ciddi düşünüyorum. Müzik yapmaya başladım. Zamanında yıllar önce ilgilenmiştim ama zaman eksikliğinden bırakmıştım. Şimdi sıfırdan enstrüman master et, grup kur, tüm gruba uygun zaman belirle, stüdyoya gir, herkesin istediği şekilde müziği yap, bana mantıklı gelmedi. Bu yüzden Logic ile elektronik müzik öğreniyorum. O konuda da yeniyim, upuzun bir yol var, ama hey, en iyisi olmaya çalışmıyorum, eğlenmeye çalışıyorum. İlk günden itibaren çok eğlenceli bir yol, ve kendimi tatmin ediyor. Bu konular dışında, insan ilişkilerine çok daha fazla önem veren biri oldum. Uzun süredir görmediğim insanları gördüm, bir sürü insanla tanıştım, farklı hayatlar, farklı hikayeler dinledim ve yaşadım. Agresif ve acımasız biriydim. Daha ılımlıyım. Kendi içimde, direk olarak kelimelerle anlaşılamayacak bir sürü şey yaptım şu bir kaç ayda. Tam bitmedi, ama, en azından doğru yoldayım diyebilirim.

Ve bitiyor. 26 yılda değişmeyen her şey, bir kaç ayda değişti. Sevgili 2015, değer verdiğim, değer verdiğimi bile fark etmediğim çok şeyimi aldın ve bir çırpıda acımasızca kenara attın. İç huzurumu sarstın. Beni sıfıra, yaşamak için amaç bulamayacak noktaya getirdin. Hayatımın bana en zarar veren yılıydın. En beklemediğim anda, en beklemediğim ve tek zayıf yerimden sağ gösterip sol vurdun. Sürekli şu soruyu soruyorum: acaba bütün bu olanlar tekrar olmayacak olsaydı ve bir zaman makinem olsaydı, yaza geri döner miydim? Yazdan sonra hayatıma giren her şey, işler, anılar, hedefler, bir sürü yeni hobi, öğrendiğim tonlarca şey, ve en önemlisi insanlar. Bütün bunlar hiç var olmasaydı, Temmuz sonlarında, bu çalkantı başlamadan önceki, eğlenceli ve renkli de olsa kendi içimdeki basit ve beklentisiz Can’a döner miydim? Sanmıyorum. Sonsuza kadar cam fanusta kalamazdım. Ne mutluluğu, ne mutsuzluğu yaşamayan duygusuz bir insan olarak devam edemezdim. Bir yerde tekrar kendim olmam gerekiyordu. Tekrar kendimle yüzleşmem gerekiyordu. Özüme, en derinlere inmem gerekiyordu. Son üç ayda en iyi öğrendiğim şey ani duygu git/gel’lerini kontrol etmeyi öğrenmek oldu. Daha iyi biri oldum. Gerçekten en derinlere dalmak, dipte nefessiz kalmak gerekiyormuş bir süre. Gücüm kalmadıkça daha güçlü olmayı, umudum kalmadıkça hayata farklı yollardan tutunmayı öğrendim. Öğrendim…

Sadece öğrendim. Sabretmeyi de az çok öğrendim. Ama ne yalan söyleyeyim, insanda güç kalmadı. Çok yordun beni 2015. Sen benim en acımasız, en tehlikeli, ama bana aynı zamanda en çok şey katan, hiç sevmediğim öğretmenimdin. Neyse ki seninle ilişkimizin bitmesine bir gün kaldı, sonra ondan geriye sayacağız, ve sadece anılarda yaşayacak, hatırlamak istemediğim bir yıl olarak kalacaksın.

Ve madem buraya geldik, bu yazıyı da new year’s resolution ile bitirmemek olmaz. Kişisel gelişim, spor, iş, para, eğlence, arkadaşlar, yeni hobiler… Bunlar yeni yıldan istenecek şeyler değil. Bunları istiyorsan gider şu an alırsın. Bazı şeyleri ise beklemek gerekir. 2015, hoşçakal, seni asla özlemeyeceğim, ve hayatımın bugüne kadarki en büyük kara lekesi olarak kalacaksın. İstanbul’da her yerin karlarla kaplandığı şu sessiz gecede ise,

2016. Senden tek bir şey istiyorum. Ve bunun ne olduğunu sen de biliyorsun.

Özel Günler

Yılbaşı geliyor, acaba kimlerle neler yapsam? Kahretsin en yakın arkadaşımın doğumgünü yaklaşıyor, sürpriz yemek ve parti düzenlemem lazım. Peki ya sevgililer günü? İlla ki sevgilime pahalı bir hediye alıp, o 24 saati, toplumun benden emrettiği ve beklediği biçimde geçirmem lazım. Ops, kendi doğumgünüm vardı, parti vermeliyim çok popülerim. Yılbaşı. 14 Şubat. 7 Aralık. 30 Şubat. Sanırım yılın her gününde özel bir şey var. Bugün onun kutlaması, yarın şunun yıldönümü, dün sağ üst komşumun eski eski eşinin yeni eşinin doğumgünü, sonra yılbaşı, parti, daha fazla insan, daha fazla yerde aynı anda bulunmak, daha fazla içki, daha fazla eğlence. Oh yeah!

Ve tabii ki beklentiler. Bakalım bu partiden olan fotoğrafım, Instagram’da mı yoksa Facebook’ta mı daha çok beğenilecek? “Of ne kadar çok içtim geçen gün hatırlamıyorum.” Bir özel günde daha, farkında bile olmadan sistemin kölesi olarak karşınızdayız. İki gün sonra yılbaşı, malum, evde geçirmek olmaz. Olur mu? Asosyal misin sen? Bir de doğumgünün var, parti yapmadın mı yoksa? Bir kaç hafta önceydi, ve hayır yapmadım, hatta evde yatağımda akşam dokuz buçuk gibi uyuyakaldım. Sanırım fazlasıysa asosyal oluyorum bu durumda. “E ama o gün senin doğumgünün!” Evet, yani? So fuckin’ what? Neden Dünya’nın güneş etrafında bir turunu tamamlaması üzerine kurulu bir takvimde, birbirinin aynısı olan günlere özel anlamlar yüklüyoruz ki?

Şahsen ne yılbaşını, ne doğumgünlerini, ne de diğer özel günleri hiçbir zaman anlamadım. İnsanda yalnızca gereksiz bir beklenti yaratıyor, ve beklentiler insana yalnızca zarar veriyor. Şahsen hayatımda hiçbir doğum günümde parti yapmadım (6-7 yaşındayken bir kere yapmaya kalktığımda 42 derece ateşim olduğu gün dışında). Yılbaşı kutlamalarından da hoşlanmam. Formalite icabı birazcık insan varsa yanımda en azıncan gece on ikide (uyumuyorsam) ondan geriye saymalarına eşlik ederim, o da insanlar tarafından weirdo denmemek için, sonuçta yıl başını kutlamayan biri tuhaftır, değil mi? Toplum denilen, kendini sorgulamaktan aciz sistemin bize öğrettiği bu en azından. Aynı nedenden dolayı eskiden doğum günümde hiç bir telefonu açmaz, Facebook duvarımı kapatır ve insanların olduğu ortamlara pek girmez, sürpriz parti yapanlarla bir daha asla böyle bir şey yapmamaları konusunda ciddi konuşmalar yapardım, ancak artık yapmıyorum. Bir yıl daha yaşlandığım günü sevmeye başladığımdan değil, insanlar tuhaf karşılamasın diye. Çünkü insanlar basittir; kendileri bir şeye, nedensiz yere bile olsa, sorgusuzca önem veriyorlarsa aynı önemi sizin de vermenizi beklerler. Bir de sevgililer günü var ki, sevgilisi olan da, olmayan da sevmiyor bu günü. Sevgilisi olmayan için nedeni belli; dışarıda vıcık vıcık, yüzeysel çiftlerin el ele tutuşup öpüşüp, birbirlerine formaliteden olan sevgi sözcükleri söylemelerine maruz kalıyorlar. Milletin, sevgilisini sevdiği sanırım yalnızca o gün akıllarına geliyor. Olana ayrı dert: karşı taraf (eğer bu günün gereksiz olduğunu kavrayabilen azınlıktan değilse) beklentiler içine giriyor, hediye almazsanız, ona özel bir gün yaşatmazsanız, öküz oluyorsunuz. Sonuçta, 14 Şubat değil mi, tabii ki de sevgilinle özel bir gün geçirmen gerekiyor, değil mi?

“Can hiçbir şeye önem vermeyen öküzün teki.” Eğer toplumun, arkasında mantıklı bir gerekçe olmaksızın kalıplaşmış değerlerine önem vermiyorsam, evet öküzüm. Şahsen böyle yüzeysel, derinlerde herhangi bir anlam ifade etmeyen olaylara önem vermiyorum, vermeyeceğim de. Bir şeye değer vereceksem, benim için gerçekten derin bir anlamı olmalı. Elle tutulur (fiziksel anlamda olması gerekmez, soyut da olabilir) bir şeyler ifade etmeli. Zaten beni tanıyan, gerçek değerlere ne kadar önem verdiğimi de bilir. Bir gün, yalnızca adından dolayı kutlanmamalı, yoksa sadece adından dolayı, kalitesine bakmaksızın marka ürün satın almaktan ne farkı kalır?

Peki ne yapmalı bu günlerde? Kutlama yapmayacaksak ne yapacağız? Diğer günlerde ne yapıyorsak onu yapmaya devam edeceğiz. Şahsen, benim için önemli insanlarla güzel şeyler yaşadığım herhangi, sıradan bir gün, yılbaşından da, doğum günümden de çok daha değerlidir. Eğer yılbaşı ya da doğumgünü gibi günlerin tek bir işlevi varsa, o da elle tutulur, kolay hatırlanır günler olduklarından dolayı yeni hedefler koymaktır. Ancak yanlış anlaşılmasın, çoğu insan maalesef bu günleri sığınılacak bir güvenli liman olarak görüp, yapmadıkları her şeyi bu tarihlerden sonrasına erteliyor. “Bu yıl daha fazla para kazanacağım”, “İnsan ilişkilerime önem vereceğim”, “Pazartesi diyete başlıyorum” (favorim bu), “1 Ocaktan itibaren spor yapacağım, sağlığıma önem vereceğim.” Şimdi mi aklına geldi bütün bunlar, dangalak? Neden bir şeyleri yapmak için belirli tarihleri bekliyorsun? Genel hedefler koyma konusunda ben de olumlu düşünüyorum, ve yeni yıl hedeflerim var, ancak kafamızda ertelediğimiz şeyleri yapmak için bu tarihleri hedef göstermek çok saçma geliyor. Eğer bir şeyi yapmak istiyorsan şu anda da yaparsın. Diyete mi başlayacaksın? Şu an başla. 1 Ocakta spora mı başlama hedefi aldın? Neyi bekliyorsun, git çık dışarıda yürü biraz (ki yürümek çoğu spordan daha yararlı). Erteleme. Özel günleri hedef gösterme. Bir şeyi istiyorsan, yap. Tamamen yüzeysel, insanların zaman tutma ihtiyacını gidermek amacıyla üretilmiş bir sistemi kendi üşengeçliğinin aracı haline getirmekten vazgeç. Özel günlere anlam yüklemekten vazgeç. Bugün sıradan bir gün mü? Belki bütün özel günlerden daha özel olabilir, ama sen farkında değilsindir.

Kalıplaşmış, ezberletilmiş değerlerden kurtul artık. Lütfen.

HDR

Güzel bir günbatımı. Tam çekip Instagram’a koymalık. Cebinizden telefonunuzu çıkarıyorsunuz, kamerayı açıyorsunuz, özenle kompozisyonu ayarlıyorsunuz, fotoğrafı çekiyorsunuz, ve bu oluyor:

IMG_1173.JPG

Bir kez daha deniyorsunuz, birazcık tecrübeliyseniz başka bir yere göre enstantaneyi ayarlamaya çalışıyorsunuz, ve bu oluyor:

Bir türlü o istediğiniz gerçek renkleri ve parlaklığı, gözününüz gördüğü haliyle yakalayamıyorsunuz. Ne yaparsanız yapın, ne kadar denerseniz deneyin. Olmuyor.

Olamaz da. Çok doğal. Ortada fiziksel bir engel söz konusu. İşte burada, istediğimiz sonucu elde etmek için kullanılabilecek bir teknik var: HDR.

High Dynamic Range‘in (Türkçe’ye çevirirsek: Yüksek Dinamik Aralık) kısaltması olan HDR’ın temeli, fotoğraftaki dinamik aralığı artırmak üzerinedir. Tabii ki burada neredeyse herkesin soracağı ilk soru “peki dinamik aralık ne demek?” olacağı için hemen açıklayayım. İster insan gözü, ister dijital kamera/telefon kamerası sensörü olsun, bu gözün ya da sensörün bir defada görebileceği belli bir aydınlık/parlaklık aralığı vardır. Şu örneği düşünün: nispeten karanlık bir yerdesiniz etrafı az çok görebiliyorsunuz. Biri bir fener yakıp gözünüze tuttuğunda bir anda fenerin ışığı dışında hiçbir şey göremez olursunuz, geri kalan her şey siyah olur. Gözünüzün algılayabileceği bir parlaklık aralığı vardır. Bu aralık değişkendir (değişken olduğunun en iyi örneği de, güneşli bir günde bir anda karanlık bir odaya girdiğinizde gözünüz adapte olana kadar hiçbir şey görememenizdir) ancak sınırlıdır. Gözünüzün o anda algılayabileceği aralıktan daha karanlık hiçbir şeyi seçemezsiniz, simsiyahtır, daha parlak her şey de bembeyaz gelir. Ancak insan gözünün dynamic range‘i dijital kameralardan daha fazla olmamasına rağmen sürekli farklı parlaklıktaki fotoğrafları beyne gönderir, beyin de kameranın görebildiğinin ötesinde bir sahne oluşturur. Kısacası, gözümüz ve beynimizin mükemmel uyumu sayesinde, günbatımı gibi, aydınlık ve karanlık arasında yüksek kontrast olan yerlerde etrafı bir kameradan çok daha iyi görürüz. Her ne kadar biz böyle görsek de, gözümüzün de, kameranın da, bir defada kaydedebileceği en karanlık nokta ve en parlak nokta arasındaki fark sabittir, fotoğraf çekerken bu aralığı kaydırsak da en parlak/en karanlık nokta arasındaki farkın oranını geçmemiz fiziksel anlamda imkansızdır.

Peki, kamera ile de insan gözü ve beyninin yaptığına benzer bir şeyler yapamaz mıyız? Örneğin aynı yerde üst üste bir karanlık bir de aydınlık fotoğraf çekip bunları birleştirsek? Örneğin yukarıdaki fazla aydınlık olan fotoğrafta, aşağıda dağlar ve deniz görünüyor, o fotoğraftan onu alsak. Aynı yerde çekilen diğer fotoğraftan da, parlak olanda tamamen kaybolmuş olan gökyüzünü ve bulutları alıp birleştirsek güzel olmaz mıydı? HDR tekniğinde yapılan tam anlamıyla budur. Kamera, aynı sahneyi farklı enstantene değerlerinde çeker, ve sonra yazılım yardımıyla bu fotoğraflar birleştirilir. Bu şekilde yine aynı fotoğrafı çekmiş olursunuz ancak kameranızın sınırlı dynamic range‘inin bir defada alabileceğinden daha fazlasını yakalamış olursunuz. Şart olmamakla beraber, HDR’da genelde -2EV/0EV/+2EV enstantaneyle (bunlar teknik terimler, aşağıda ne olduğunu daha basit haliyle göstereceğim) üç fotoğraf çekilir. 0EV’yi normal, tek fotoğraf çekecek olsaydık çekeceğimiz enstantene değeri kabul edersek, -2EV, bu fotoğraftan dört kat daha hızlı bir enstantanede çekilmiş bir fotoğraf anlamına gelir. Başka bir deyişle, Orijinal fotoğrafta enstantane saniyenin 500’de biri gibi bir süre açık kalacaksa, -2EV’lik fotoğrafta saniyenin 2000’de biri kadar süre açık kalır. Aynı şekilde, bir de orijinale göre +2EV’lik bir fotoğraf çektiğimizde, saniyenin 125’te biri gibi bir süre enstantane açık kalır ve dört kat daha parlak bir fotoğraf elde ederiz. Örneğin, geçen gün Taksim’deki Sent Antuan Kilisesi’nde yaptığım bir çekimde HDR tekniği kullandım. Kameramla üç farklı fotoğraf çektim:

Screen Shot 2015-12-27 at 13.12.05 Screen Shot 2015-12-27 at 13.12.09 Screen Shot 2015-12-27 at 13.12.14

Daha sonra da yazılım ile bu fotoğrafları birleştirdim. Karanlık fotoğraflarda ışıklı yerler, aydınlığa doğru gittikçe de kilisenin mimarisi daha ayrıntılı çıktı. Bu üç fotoğrafı birleştirdiğimizde HDR görüntü elde ederiz ancak çoğu kişinin bildiğinin aksine, en son gördüğümüz o HDR fotoğraflar aslında gerçekten HDR değildir, çünkü gerçek bir HDR resmi tüm kontrast aralığıyla gösterebilecek bir monitör şu an ben dahil muhtemelen tanıdığınız kimsede yok. Bu yüzden tone mapping denilen bir teknikle, HDR fotoğraf, fotoğrafın ana kontrastına dokunmayıp bölgesel kontrastı ortaya çıkaran bir algoritmayla o ekranda gördüğümüz drama effect dediğimiz halini alıyor. Yukarıdaki fotoğrafımı HDR’a çevirip tonemapping uyguladıktan sonraki hali ise burada:

Peki nasıl? “Ben de yapmak istiyorum!” cümlesini kuruyorsanız, öncelikle belirteyim, bir DSLR (ya da mirrorless) kameraya sahip olmanızda fayda var. Cep telefonuyla çekilen fotoğrafların kalitesi genelde başarılı bir HDR fotoğraf yaratmaya uygun değil. Her ne kadar cep telefonlarında HDR özelliği gerek telefonun kendi kamerasında, gerek başka app‘ler aracılığıyla sağlanabilse de, hayatımda bir kez bile cep telefonuyla başarılı bir HDR ortaya çıktığını görmedim. Kendim de çok uğraştım, bir sürü farklı app denedim. Normalde DSLR’ımla çeksem mükemmel HDR çıkacağını bildiğim yerlerde denedim. Olmuyor. Kameranız olduğunu kabul edersek, kameranızın ayarlarında exposure bracketing diye bir seçenek var (her markada, hatta bazen aynı markada farklı modellerde bile farklı, bu yüzden sizin kameranızda nerede olduğunu bana sormayın :)). Bunu açıp, -2EV, 0EV ve +2EV değerlerinde üç fotoğraf çekecek biçimde ayarlıyorsunuz (bazı kameralarda -/+3’e de çıkıyor, ama o kadarına pek gerek görmedim hiç, muhtemelen ya ilk fotoğraf çok karanlık ya da son fotoğraf aşırı aydınlık ve blurry çıkar). Hızlı çekim moduna (burst mode) alıyorsunuz (bastığınızda çat çat çat diye hemen üç fotoğraf çekecek biçimde, bunun da her kamerada yeri farklıdır). RAW çektiğinizden emin olup, fotoğrafınızı, shutter‘a basılı tutarak çekiyorsunuz. Her şeyi doğru yaptıysanız kameranız üç fotoğraf çekiyor, biri karanlık, biri normal, biri aydınlık. Kameradaki işiniz bu kadar. Fotoğrafları bilgisayarınıza aktarıyorsunuz.

HDR fotoğrafları bilgisayarda işlemenin çeşitli yolları var. Çoğu yöntemi denedikten ve yazılımların yıllar içinde yeni çıkan özelliklerini inceledikten sonra karar verdim ki Photoshop yeterli. Photoshop’ın son versiyonlarındaki Merge to HDR Pro özelliği ile fotoğrafları istediğiniz gibi HDR’a birleştirip, tone mapping yapabiliyorsunuz. Photoshop’ta aşağıdaki yere tıklayıp, çektiğiniz fotoğrafları seçmeniz yeterli:

Fotoğrafları da seçtikten sonraki kısımda ayarları yapıyorsunuz. Bu yazının konusu “Photoshop’ta nasıl HDR yapılır?” olmadığından buna değinmeyeceğim. Deneme yanılma ile gitmenizi, ve HDR efektini aşırı abartmamanızı tavsiye ederim. Geri kalanı tamamen göz zevkinize kalmış. Sanatın hiçbir dalında “mutlak doğru” diye bir şeyin söz konusu olmadığını düşünüyorum. Photoshop’ı tavsiye etmekle beraber, eskiden Photomatix gibi bir program kullanıyordum, ancak o zamanlar Photoshop’ın bu özelliği gelişmemişti hatta yoktu. Yine de onun ayarlarını ve ortaya çıkardığı sonucu daha çok beğenebilirsiniz, birazcık zevk meselesi, bu yüzden isterseniz HDR için Photomatix’i de inceleyebilirsiniz.

Son olarak, HDR ne zaman kullanılmalıdır? Bunun da %100 kesin bir doğru cevabı olmamakla beraber, kişisel düşüncem HDR’in en iyi bulutlu havalarda ve yüksek kontrasta sahip sahnelerde güzel sonuç verdiği yönünde. Örneğin 2010 yılında çektiğim bu sahnede ışıklandırma yüksek kontrast yaratıyordu, HDR ile bilgisayar oyunu gibi (ki aslında bizim gördüğümüze daha yakın, ancak fotoğraflarda alışık olmadığımız için tuhaf geliyor) bir hava yarattım (ki zaten bu yüzden çekmiştim):

Burada da üniversite yıllarımda bir akşam gökyüzü ile etraftaki aydınlık farkını HDR ile kapamıştım:

Genelde şehir manzaralarında, geniş açılı binalarda HDR iyi gidiyor, ve insan ve nesne çekerken pek güzel olmuyor, tabii her zamanki gibi, istisnalar hariç. Hareketli hedeflerde HDR denemeyin bile, üst üste birden fazla fotoğraf olacağından maalesef yalnızca ghosting denilen, yarısı çıkmış/hayalet nesnelerle karşılaşırsınız. Sonuç olarak o değişik fotoğrafların aslında tek bir fotoğraf olmadığını, aynı karenin farklı enstantanede üst üste çekilmiş hali olduğunu artık biliyorsunuz. Doğru kullanıldığında çok başarılı ve göze hitap eden bu tekniği yakın zamanda başarılı bir şekilde telefonlarımızda da kullanabiliyor olacağız. Ama o zamana kadar, haydi kameranızı kapın HDR çekmeye çıkın 🙂

Bitcoin

Son bir kaç yılda adını orada ya da burada illa ki duymuşsunuzdur. Yasadışı kumar sitelerinden, uluslararası uyuşturucu ticaretine, kiralık katil tutmak gibi pis işlerden tutun, İnternet üzerinden insanlara ya da kurumlara bağış yapmaya yarayan, ancak ne olduğunu bir türlü anlayamadığınız o tuhaf şey.

Karşınızda, İnternet’in para birimi:

Bitcoin.

Peki nedir bu Bitcoin? En basit haliyle söylemek gerekirse İnternet üzerinden anonim para transferi yapmaya yarayan bir sistemdir. Anonim olması ve anında herkesin kullanabilmesi nedeniyle, normalde bürokratik ve yasal engeller olan para transferlerinin yapılmasında kullanılır. Ancak bitcoin, fiziksel olarak elle tutulur, somut bir obje değildir. Getirebileceğiniz en somut hal, bir kağıt veya obje üzerine 50-60 harfli bir kriptografik kod yazmaktır ya da bitcoin basmaktır. Bunun nedenini anlayabilmek için Bitcoin’in nasıl çalıştığını biraz daha detaylı anlamak gerekir. Söz veriyorum, çok ayrıntıya girmeden en basit haliyle anlatacağım 😊

İnternet’teki normal para transferlerinin aksine, Bitcoin belli bir bankaya ya da bankalar ağına bağlı değildir. Bütün sistem, Bitcoin yazılımı yüklü, İnternet üzerindeki milyonlarca bilgisayarın, aynı kurallara uymasına dayanır. Bu da Bitcoin yazılımı ile gerçekleşir. Merkezi bir sistem yoktur, tüm ağın, tüm Bitcoin alışverişlerini herkese açık bir biçimde okuyup işlemesine dayanır. Her dakika yüzlerce bitcoin alışverişi olduğunu düşününce (şu anda dünya üzerinde, teknik bir nedenden dolayı, Bitcoin kullanarak saniyede toplam 7 adet alışveriş yapılabiliyor, ancak yakında bu limit değişecek) akla ilk gelen soru, bu sistemin zamanla aşırı büyüyüp bir yerden sonra kontrolden çıkacağıdır, ancak belirli noktalarda, sistemdeki o noktaya kadarki bütün alışverişlerin hash‘i alınır (bunu, bütün veriyi işleyip, sadece geçerliliğini denetlemeye yarayacak kısa bir kod çıkarmaya benzetebiliriz) ve ağa bağlı bilgisayarlar o noktadan önceki milyonlarca işlemi hesaplamak zorunda kalmaz. Belirli bir banka, yönetici, hiyerarşik düzen yoktur, bir sürü node, birbirine bağlıdır.

Peki Bitcoin göndermek ne demek? Yalnızca sizde bulunan (ya da sonuna kadar güvendiğiniz bir İnternet sitesinde, ki bunun çok iyi bir fikir olduğu söylenemez) özel bir private key ile (bu, az önce bahsettiğim 50-60 karakterlik ve gizli tutulması gereken koddur), bu key’in eşi olan public key ile üretilmiş, herkes tarafından görünür bir adres üretilir. Size Bitcoin göndermesini istediğiniz kişi ya da kuruma bu adresi verirsiniz. Daha sonra Bitcoin gönderecek olan, özel bir formatta bir transaction oluşturur. Kendi private key‘i ile bu transaction’ı imzalar (imzalama işlemini, bu transferin gerçekten kendinden olduğunun matematiksel kanıtı olarak düşünebilirsiniz) ve tüm ağa yayınlar. Ağdaki diğer bilgisayarlar, gönderenin public key’ini kullanarak bu imzanın geçerliliğini matematiksel olarak doğrular, ve ağdaki bir kaç bağımsız farklı bilgisayar tarafından doğrulanırsa, bu işlem geçerli kabul edilir ve gönderilen miktar (bu arada, Bitcoin bölünebilir, yani 0.001 Bitcoin gibi bir miktar da gönderebilirsiniz) artık alıcının private key’i ile harcanalabilir hale gelir.

Eğer bilgisayar mühendisi ya da kriptolojiyle ilgilenen bir matematikçi değilseniz, kafanızın karışmış olmasından daha dolay bir şey olamaz, bu yüzden olayı bir de günlük hayattan ufak bir örnekle açıklayayım:

  • Örneğin Can, Buket’e 1 BTC (BTC, bitcoin’in kısaltmasıdır) göndermek istiyor.
  • Buket’ten bitcoin adresini istiyor, bunu IBAN numarası gibi düşünebilirsiniz, Buket, Can’a, örneğin ABC123XYZ kodlu adrese gerekli miktar parayı gönderebileceğini söylüyor.
  • Can, ‘ABC123XYZ adresine yalnız 1 (bir) bitcoin gönderiyorum’ yazan bir belge hazırlıyor, ve bu belgeyi yalnızca kendisinde bulunan özel mürekkebe sahip, hiç bir şekilde taklit edilemez bir kalem ile imzalıyor.
  • Can, bu belgenin bir sürü kopyasını (imza bozulmayacak şekilde, tabii ki) çevredeki diğer herkese dağıtıyor.
  • Aynı gerçek hayattaki gibi, herkes sahte bir belge yazıp imzalayabilir. Bu yüzden çevredekiler, belgenin altındaki imzanın, Can’ın o özel, yalnızca kendisinde olan kalemiyle mi atılmış olduğuna bakıyorlar (bu, matematiksel olan karışık kısma denk geliyor). Oy çoğunluğuyla bunun doğruluğuna karar veriyorlar.
  • Artık az önceki 1 BTC, yalnızca ABC123XYZ adresini yazan başka bir özel kaleme sahip kişi tarafından kullanılabilir hale geliyor.

Tabii ki kimse hiçbir şeyi hayrına yapmaz. Diğer bilgisayarlar bu imzanın geçerliliğini kontrol ederken, karşılığında ödüller alabiliyorlar. İster işlemin yanında cüzzi bir miktar olsun (etraftaki diğer çalışanlara ufak bir bahşiş gibi düşünebilirsiniz), ister de Bitcoin sisteminin doğası gereği sürekli yeni Bitcoin yaratması olsun (Merkez Bankası’nın düzenli biçimde ancak gittikçe azalan miktarda yeni para basması olarak düşünebilirsiniz) yeni Bitcoin elde edebiliyorlar. Bu da ağdaki diğer bilgisayarlara, Bitcoin yazılımı ile işlemi onaylamaları karşılığında ufak bir ödül vererek bunun yapılmasını sağlıyor.

Bitcoin, sürekli devam eden bitcoin mining ve geçerli bir blockchain ve bir sürü hash‘in sisteme eklenip onaylanması üzerine kurulu. Kimliği en başından beri gizli, Satoshi Nakamoto kod adıyla bilinen bir kişi ya da grup tarafından kurulan bu sistem, merkezi bir otoriteye sahip olmayıp, kriptolojiye ve ağdaki milyonlarca bilgisayarın aynı yazılımı kullanarak birbirine güvenmesine dayanıyor. Yani sizin, Bitcoin yazılımının kodunu değiştirip tamamen sizi zengin edecek yeni bir yazılım yapmanıza engel hiçbir şey yok. Ancak, bu yazılımı Bitcoin ağındaki milyonlarca bilgisayarın %50’sinden fazlasına yükletmediğiniz sürece, yaptığınız transferlerin hiçbir geçerliliği olmaz, bu yüzden sistem güvenli kabul ediliyor. İstediğiniz yerden istediğiniz şekilde yeni bir adres oluşturup ağa bağlanmanız yetiyor ve bu da sizi sistem üzerinde anonim yapıyor (dikkat edilmesi gereken çok önemli noktalar var tabii ki, ancak onları burada yazarsam bu yazı fazla uzar bu yüzden o konuya girmeyeceğim).

Teknolojinin ve insan yaratıcılığının mükemmel bir eseri olan Bitcoin, anladıkça, insana daha da vay be dedirten bir sistem. Ancak tabii ki, bu da insan eseri ve yeterince bilgi ile tamamı anlaşılabilir bir sistem. Ve sizi bazı anlaşılamayacak şeylerle başbaşa bırakıyorum.

Çocuk Kal

Genç görünüyorum. Şu anda 26 yaşımdayım. Sakallarımla 22-23 yaşında gibi, sakallarımı kesince 20-21 yaşında gibi görünen biriyim. Bunun bana uzun vadedeki getireceği şansı ve büyük görünme kompleksine sahip olmadığım gerçeğini bir kenara koyarsak, asıl gençliğin dış görünüşten bağımsız olduğunu belirtmem gerekir. Çocuk kalmak.

Çocukken, hiç bir sorumluluk yokken, daha biz hiçbir şeyi bilmezken her şey ne kadar güzeldi, basitti, ve, yoktu. Biz vardık, kendimiz. Bizi besleyen ailemiz, bizi eğlendiren oyuncaklarımız, bizi uyuşturan çizgi filmlerimiz, biraz daha büyüdüğümüzde ise, bizim gibi olan arkadaşlarımız. Hep biz, hem kendimiz. Dünyanın merkezinde biz vardık ve her şey bizim etrafımızda dönüyordu. Ağladığımızda, sızladığımızda, şımarıklıkla istediğimizi elde ediyorduk. En doğal, hiç bozulmamış halimizde bu vardı.

Sonra toplum normlarını öğrendik. Neyin ayıp, neyin kabul edilebilir (ya da edilemez), neyin doğru olduğunu öğrendik. Bize söylenen toplum normlarına uymaya, diğerlerinin bizi görmek istediği gibi görünmeye başladık. Sosyal bir varlık olarak toplum içinde bir statü kazanma yarışına girmeye başladık. Baktık bir yerlere gelmek için hile yapmak gerekiyor, hile yaptık: iki yüzlü olduk, yalan söyledik, ihanet ettik, insanları manipüle ettik. Kendimizi, başkalarını ezerek yükselttik, çünkü böylesi hep daha kolaydı, sinsiceydi. Göreceliliği çok yanlış anladık sanırım.

Bozulduk.

Kendimiz için başkaları için yaşamaya başladık. Bir kere bu düzen döngüsüne girince çıkamadık. Arkamıza bile bakmayıp sistemin bir parçası olduk. İçimizdeki çocuğu, kendi benliğimizi öldürdük. Katiliz biz.

Ya da öldürdüğümüzü sandık. Bizi biz yapan, bize hayat veren en temeldeki şeyi, bizi besleyeni öldüremeyiz ki. Derinlere gömeriz, göz yumarız, yok sayarız. Ama o oradadır, aylar ve yıllar da geçse orada bizi bekler öylece. İstesek de öldüremeyiz. Belki de ona dönmeliyiz. Onu anlamalıyız artık. Belki de tekrar dünya bizim etrafımızda dönmeli. Yine şımarık olmalıyız. Ama şımarıklık kötü bir şey, değil mi? En azından bize böyle söylendi, değil mi? Neden yanlış olsun ki bize söylenenler, sonuçta?

Kime göre neye göre? Bana göre değil. Şımarıklık kötü bir şey değil ki! Yanlış anlaşılmasın, başkalarını ezip küçük gören insanların şımarlıklığından bahsetmiyorum. Kendine sınır koymamaktan, her şeyi istemekten bahsediyorum. Bunda kötü bir şey yok ki, hayatın temeli zaten yaşamak, neden kendini engelleyesin ki! İşte, toplumsal en büyük sorunlardan biri, insanların kendilerine söyleneni sorgulamadan kabul etmeleri. Örneğin:

Şımarıklık kötüdür (kime göre neye göre), ıslak saçla soğukta çıkma hasta olursun (26 yıldır bir kez bile bu nedenden hasta olmadım), sevmeden seks ahlaksızlıktır (ahlaksızlık falan değil, sadece sıkıcı, snowboard’u tercih ederim), bir şeyi kazanmak istiyorsan çok çalışmalısın (büyük ikramiye kazanan piyango biletini alırken de mi?), yukarıda Allah var (güney yarımküre için de geçerli mi? her nerdeyse Afrika’ya da bir el atabilir mi bir ara?), aman sokaktaki hayvana dokunma pistir/ısırır (sokakta önüme gelen kedi/köpeği seven biri olarak çoktan ölmüş olmam gerekiyor), her Türk asker doğar (bkz. bedelli), alkol kötüdür (içmeyi öğrenemediysen, olabilir evet), uyuşturucu kötüdür ve yasadışıdır (ama sigarada, her gün yediğimiz bir sürü gıda maddesindeki kimyasallarda, denetimi doğru düzgün yapılmayan trafikteki milyonlarca aracın egzozunda, sağlıklı olmak için fahiş fiyatlar ödememizde sıkıntı yok), istediğin birden fazla şeye sahip olamazsın seç birini (neden?).

Çocukken, beynimiz bütün bu saçmalıklarla kirlenmeden önce her şey çok daha güzeldi. Kendi dünyamızı yönetiyorduk resmen. Kimse bize karşı koyamıyordu. Arada bir ağlardık evet, ama ağlamak güzeldir, deşarj olursun, hem bak onu da unuttuk büyüyünce.

We don’t stop playing because we grow old; we grow old because we stop playing.

George Bernard Shaw

Bunlardan kurtulmak elimizde. Belki bir anda, bir günde değil, ama çok da uzun sayılmayacak bir zaman içinde her şeyi yeniden değiştirebiliriz. Olgunlaş, sorumluluk sahibi ol. Bunlar çocuk kalmanın karşıtı değil ki. Çoğu kişi bunu anlamakta zorlanıyor. Takım elbiseni yine giy, toplantılarını yine yap, yine anne/baba olup çocuk büyüt. Sadece o takım elbiseyi çıkarmasını da bil. İstediğin sorumlulukların hepsini al, istemediklerini alma. Gömdüğün hayallerini çıkar. Koş, eğlen, zıpla, saçmalıklar yap, sarhoş ol, tehlikeli şeyler yap, kendini ve çevreni şımart, içinden geleni yap, bir yerlerden atla, bir yerlerini kır. Ne fark eder? Şimdi değilse ne zaman?

Çocuk kal. Seni sen yapan hayallerinden asla, ne pahasına olursa olsun,

Vazgeçme.