Paylaşmak

Hobilerin. Yaptıkların. Ya da belki de yapmak isteyip yapamadıkların. Kısacası, seni sen yapan şeyler. Bütün bunlara anlam katan şey ne, hiç düşündün mü?

Fotoğraf mı çekmeyi seviyorsun? Yemek yapmayı mı? Hayatının iki saatine değecek güzel bir film izlemeyi mi, eğlenceli bir kitabı bitirebilmeyi mi? Sevdiğin sporlar? Peki tek başına fotoğraf çekmekten sıkılmaz mısın bir yerde? Yaptığın yemekleri tek başına yemekten? O filmi tek başına izlemekten, ya da en azından tartışacak biri olmamasından? Her ne kadar sevsen de, en sevdiğin sporu tek başına yapmaktan sıkılmayacak mısın?

Ben sıkıldım. Hem de çok. Belki her şeyden çok kolay sıkılan maymun iştahlı yapımdandır, belki de hayatta deneyecek bir sürü yeni şey olduğunu bilip her şeyi denemeden buralardan gitmemek istememdendir. Ama belki de, kendimi insanın kendine yetebilmesi gibi sanal bir düşünceye kaptırmadığımdandır. Bu düşünceye kaptırınca gerçekleri göremiyoruz. İnsanın olabildiğince dış faktörlere, özellikle başka insanlara, bağımlı olmaktan kurtulabilmesi, kendisine verebileceği en değerli hediyelerden biri, ancak dışa bağımlılığı en aza indirmek ile kendini insanlardan ve duygulardan soyutlamak arasındaki çizgiye dikkat etmek gerekiyor. Kendimize yeteceğiz diye, sosyallikten uzak, yalnızca kendimiz için var olan, başkalarıyla etkileşemeyeceğimiz, ya da etkileşimlerimizin hayatımıza etkilerini en aza indirecek biçimde robotlaşıyoruz. Bununla iyi bir şeymiş gibi gurur duyuyoruz. Niteliksiz konulardaki başarılarımızı böbürlenerek anlatmakta üzerimize yok zaten.

Belki de paylaşmamız gerekiyor. Hayır, sevgili insancık, kendini kandırma. Eğer mutant DNA’sına falan sahip değilsen, başka insanlara ihtiyacın var. Yalnızlığını, kendine yetebilmek maskesinin arkasına saklama artık. Yalnızlığı kendin mi seçtin? Yoksa kendi bilinçdışı savunma mekanizman, kendi sefaletini görmemen için arada bir perde mi çekiyor? Simsiyah, hiç ışık geçirmeyen bir perde. Kara çarşaftan farksız.

Bu yüzden yalnızız işte. İnsan ilişkilerinden uzaklaşıp, bireyselleşiyoruz. Şehir hayatı bizi kendimize bile başkalaştırıyor. İnsanlarla birlikte bir şeyler yapmak yerine yalnızlığı seçiyoruz. Konuşmak, bir şeyler paylaşmak yerine, işten çıkıp evde yalnız takılmayı, tek başımıza film izlemeyi, tek başımıza oturmayı, dinlenmeyi, ya da işimize devam etmeyi seçiyoruz. Sistemin manipülasyonu sonucunda kendimizi tek başımıza olmaya zorluyoruz. Mutsuzuz. En büyük nedeni de bu, ancak farkında değiliz. İnsanın doğasında birlikte olmak var, sosyal olmak var, yalnız olmak yok. Yalnız kalan delirir. Geçici, hepimizin ihtiyacı olan bir iki günlük kafa dinlemekten bahsetmiyorum. Bir yaşam tarzı olarak yalnız olmaktan bahsediyorum. İlişki diyebileceğimiz her şeyin (ki illa özel bir ilişki olmak zorunda değil, iş ilişkisi de olabilir) tamamen yüzeysel ve geçici olmasından bahsediyorum. Gerçek olamamaktan bahsediyorum. Kabul et. Yalnızsın.

Kabul et ki değiştirmek için bir şeyler yap. Sosyal medyadan uzaklaş, ya da en azından beklentilerinin farkına var. Hatta git direk hayattan tüm beklentilerini sıfırla. Yalnızken tutunacak, zaman geçirecek bir şeyler illa ki vardır. Onların farkına var. Farkına var, ancak onların seni kalıcı olarak iyi yapamayacağının da bilincinde ol. Eninde sonunda dönüp dolaşıp ihtiyacın olan şeyin, kendin gibi biri olduğunu asla aklından çıkarma. O güne kadar kendini geliştir. O güne hazır ol. Ve en önemlisi, o gün için yaşa, ve ne olursa olsun asla vazgeçme. Çünkü oyun, sen kazanana kadar asla bitmez. Şimdi, geçici yalnızlığın tadını çıkar. Çünkü yakında bitecek…

Bugün Sosyal Medyada Kaç Saat Kaybettin?

Her gün Facebook’a girip insanların fotoğraflarını görüyoruz. O yetmemiş gibi Instagram’a giriyoruz, gidebildiğimiz kadar aşağı gidiyoruz, bir sürü fotoğraf beğeniyoruz. Twitter’da olan biteni okuyoruz. Snapchat’te story’lere bakıyoruz. Beni video pek açmaz, ama bir sürü kişi YouTube ve Vine’da da zaman öldürüyor. Evet, yataktan kalkmadan önce bütün sosyal ağlara baktıysan, bütün friend request ve follow request‘leri inceleydiysen, belki de esneyip güne başlayabilirsin. Yaklaşık yarım saat geçti çünkü.

Gün içinde, öğle aranda, ders ya da iş aranda da arada beş dakika sosyal medyada takılsan. O beş dakikalardan günde on tane olsa. Akşam da yatmadan önce bir yarım saat takılsan, neredeyse iki saatini sosyal medyaya harcadın. Peki karşılığında ne kazandın? Bir kaç komik fotoğraf, kedi videosu (strese bire bir, ondan kedi videolarına lafım yok), kimin kimle nerede ne yaptığı gibi aşırı önemli bilgiler dışında hiçbir şey! Arada illa ki gerçekten insana bir şeyler katacak paylaşımlara denk geliyoruz, ancak maalesef, bu gerçekten zaman harcamaya değer içerik, toplam içeriğin yaklaşık %5’ini oluşturuyor. İyi filtrelemelerle, gereksiz insanları unfollow ederek (aman yanlışlıkla unfriend etmeyin) belki %10’a çekersiniz, ancak çoğu insan yaratıcı ve kaliteli içerikten çok, hangi ünlünün hangi arabaya bindiğini, kimin kimle beraber hangi kasıntı gereksiz mekanda görüntülendiğini, Türk dizilerindeki gereksiz karakterlerden bugün hangisinin mafya yüzünden öldüğünü daha çok merak ediyor. Bilimsel gelişmeler, o kadar az kişinin ilgisini çekiyor ki, içerik üreticileri kendi ceplerini doldurmak adına mainstream içerik üretmeyi daha kârlı buluyorlar. Toplumsal bir sorun, sosyal medya ise bunu sadece ortaya çıkarıyor. Bu sorun zaten en başından beri var, sosyal medya sadece bunun dışarı vurulmasında bir araç rolü oynuyor. Tıpkı, paranın insanları değiştirmeyip, yalnızca gerçek yüzlerini ortaya çıkardığı gibi. Belki evrimsel süreçler zincirinin yalnızca kötü bir noktasına denk geldik, belki de tüm evren gerçek bir distopya. Bunu bilmiyoruz, ancak şu an içinde bulunduğumuz durumun pek iç açıcı olmadığını söylemek için çok incelemeye gerek yok.

Peki bu durumdan kurtulmak için ne yapmak lazım? Aslında, kağıt üzerinde yapmanız gereken çok kolay. Sosyal medya uygulamalarını telefonunuzun ana ekranından uzağa atın. Ulaşılabilir bir yerde olsun, arada hızlıca açmak gerekiyor, ancak gününüzden zaman yemeyecek bir mesafede bulunsun. Elinizin altında bulunmasın. Genel olarak bildirimleri kapatın, ya da eğer telefonla önemli bir işiniz yoksa telefonunuzu uçuş moduna da alabilirsiniz. Kendi hayatımdan biliyorum ki, çok işe yarıyor. Takip ettiğiniz kişi ve kanalların sayısını ciddi derecede azaltın. Facebook’ta yalnızca arkadaşınız diye insanların koyduklarını görmek zorunda değilsiniz, az önce de dediğim gibi, unfollow edin. Twitter’ı daha az kullanın, orada çok fazla gereksiz bilgi var. Gerçekten kaliteli hesapları takip edin. Instagram’da çok başarılı bulduğunuz, sanatsal paylaşım yapan kanal ve kişiler dışındaki insanları da takipten çıkarın. Yalnızca arkadaşınız diye, insanların sıkıcı hayatlarını izlemek zorunda değilsiniz. Snapchat’e pek girmeyin. Story’lere bakmayın, sırf bu yüzden yeni Snapchat açıp kimseyi eklemedim, arkadaşlarım bir şeyler gönderebiliyor, ben story koyabiliyorum ve herkes görebiliyor, ancak kendim açtığımda:

IMG_5492

Kimse yok. Hiçbir story’yi görmüyorum. Ayarları değiştirdim, herkes story görüp bana mesaj atabiliyor. İnsanların nerede eğlendiğini görmek hobim değil. Hobim değil, ancak önümde olunca bakıyorum. Sorun da burada zaten. Farkında olmadan zamanımızı bu gereksiz işlere harcıyoruz. Futbol maçı, magazin programı ya da yerli dizi gibi: dünyanın en gereksiz şeyi, ancak televizyonda açık olunca ister istemez gözümüz, odağımız kayıyor.

Günde yaklaşık iki saat, haftada on dört saat demek. Ayda yaklaşık elli saat demek. Neredeyse bir hiçe harcanan elli saat. Peki bu elli saatte neler yapabilirsiniz? Sıfırdan, hiç bilmediğiniz şeyler öğrenebilir yeni yetenekler edilebilirsiniz. Özellikle yıllardır TED Talk’ları izleyen biri olarak, modüler öğrenme üzerine olan, aynı zamanımda favori talk’larımdan biri olan The First 20 Hours‘u izlemediyseniz şu an izlemenizi tavsiye ederim:

Peki, bunlara ek olarak bir şeyler yapabilir misiniz? Bolca zamanınız kalıyor. Yeni insanlar tanıyıp yeni deneyimler yaşayabilirsiniz. Ya da bazen, iki günlük güzel bir haftasonu tatil kaçamağınız olabilir. Kazandığınız zamanı nasıl değerlendireceğiniz size kalmış. Belki de sadece hamağa yatıp, arada havuza girip Gentlemen Jack’inizi yudumlayıp keyif yaparısız, arada o da lazım. Belki bir şeyler üretmeye başlarsınız. Belki de, kazandığınız sürede hayatınıza girecek bir hobi, hayatınızı kökten değiştirir. Sıkıcı işinizden ayrılıp sevdiğiniz hobinizle ilgili bir şeylere yönelirsiniz. Belki hayatınızı değiştiren biriyle tanışırsınız. Sıkıldığınız sevgilinizden ayrılıp gerçek aşkı tadarsınız. Belki bu süre içinde makaleler ve kitaplar okursunuz, güzel bir kaç film izlersiniz. Ve belki sadece içindeki bir cümle hayatınızı değiştirir. Belki hiçbir şey olmaz, biraz boş zaman edinmiş olursunuz. Başka insanların hayatlarını, boş işleri bırakıp, kişileri ve olayları tartışmak yerine soyut fikirleri tartışmaya başlarsınız. Çevrenizdeki insanlar da zamanla değişir. Bir bakmışsınız, kısa süre içinde hayatınız değişmiş. Bir bakmışsınız, boş, yuvarlanıp giden sıradan biri olmaktan çıkmış, önce yaptıklarınızla yakın çevrenizi, daha sonra da fikirlerinizle herkesin hayatını değiştirmeye başlamışsınız. Bir bakmışsınız, yepyeni insanların hayatlarına dokunuyorsunuz, ve eski size bakınca ne kadar da sıkıcı bir hayatmış diyorsunuz. Bir bakmışsınız, yaşıyorsunuz.

Sosyal medya bağımlılığından, yepyeni, mutluluk dolu hayatınıza geçişte başarılar, ve sevgiler.

Y

Hoşçakal, X.

Aylar geçmişti. Y’nin, bir kaç ay önce hayal ettiğinden çok daha farklı bir hayatı vardı. Mutlu muydu? Hayır. Ancak kendini, bunlar olmasaydı asla geliştiremeyeceği kadar geliştirmişti. Hiçbir şey, planladığı gibi gitmedi. Bambaşka bir yerdeydi. Ancak çok yorulmuştu. Hiç bu kadar yorulmamıştı. Bir şeyleri değiştirmek zorundaydı artık. Ne pahasına olursa olsun, bu oyunun sonu gelmeliydi ve kendi hayatına dönmeliydi artık.

Bu yazıdaki tüm karakterler tamamen kurgusaldır. Gerçek insanlarla benzeşmeleri tamamen tesadüftür.

X, yoktu artık. Zaten Y’nin umrunda bile değildi. Ancak, gitmeden önce Y’nin hayatında, her şeyi temelden etkileyecek bir zincirleme reaksiyon başlatmıştı. Her şeyin değiştiği dönem bir türlü bitmiyordu. Ne olursa olsun, Y, hiçbir şey hissedemiyordu. Ne istediğini biliyordu. En çok da bu korkutuyordu. Ne istediğini, tam olarak biliyordu Y.

Peki neler olmuştu bu sürede? Y, tüm hayatı boyunca yaşamadığı kadar çok farklı kişiyle farklı ilişkileri bir kaç ayda yaşamıştı. Hayatında yaşamadığı kadar çok duygusal yoğunluğu, bitmek bilmeyen krizleri, ve sonu olmayan bu karanlık döngüyü en derinden yaşıyordu. Sadece birkaç kişi umrunda olabilmişti, çok az insana karşı bir şeyler hissedebilmişti. Diğer herkes, sadece zaman kaybıydı. Günü geçirmekti. Oyalanmaktı. O insanları diğerlerinden farklı kılan şey neydi? Hep bu sorunun cevabını aradı. Çünkü görünürde hiçbir belirli ortak nokta yoktu aralarında. Bazıları, sadece, farklıydı işte. Farklıydı ve özeldi.

Tutunacak biri yoktu. Yalnız kalmayı sevmiyordu. Hayatının en güzel olması gereken yılları, yalnızca koca bir eksiklikle geçiyordu. Yaptığı en güzel şeyler bile, hep içindeki eksikliği iliklerine kadar hissettiriyordu. “Keşke bütün bunları paylaşacak biri olsa” diyordu hep. Tabii, herhangi biri değil. Elini sallasa ellisiydi, ama ellisinin de önemi yoktu. O bağlılık hissi, o mental anlamda birinin varlığını hissedebilme hissi var ya hani, onu istiyordu. Ne zaman “daha kötüsü olamaz” dese, daha kötüsü oluyordu. Hayal edemeyeceği yerlerdeydi hep. Hayal edemeyeceği şekillerde. Ve en kötüsü, çaresizdi Y. Herkesin istediği kişiydi, dışarıdan bakınca bir sürü kişinin istediği hayatı yaşıyordu. Ve hiç olmadığı kadar mutsuzdu. Bundan çıkmak için her şeyi yapardı. Tek çıkış yolunun, kendi gibi biriyle birlikte bu döngüden birlikte çıkmak olduğunu biliyordu. Bir yolu olmak zorundaydı. Ne pahasına olursa olsun. All in. Yoğun bir hayatı vardı, dert etse de, yoğun olmasaydı daha da içinden çıkılmaz bir hal alırdı, biliyordu. Günlük hayatta zamanını alan günlük işler, en güzel uyuşturucuydu belki de. Kendiyle baş başa kalıp, geleceği ve o eksiklik hakkında düşünmesi gerekmiyordu.

Y, kişilik açısından başka kimseye benzemiyordu. Belki de sorun buradaydı. Kendi gibi birini bulması belki de bu yüzden bu kadar zordu. Herkesin sahte olduğu bir şehirde, doğal, saf, kendi gibi sevebilen birini arıyordu. Sevmek, en iyi yaptığı şeydi. Ne en yakışıklıydı, ne en zekiydi, ne öyle maddi açıdan zengindi, ne ağzı en laf yapan insandı, ne de başka herhangi bir aşırı çekici özelliği vardı. Ama sevdi mi, aşık oldu mu, işte o zaman herkesten çok severdi. Aslında herkesin en derinde istediği şeyi sonuna kadar vermeye hazırdı, ancak kimse ne istediğini bilmiyordu. Herkes saçmalıklara kapılmış giderken, ne istediğinden emin adımları olan Y, yine yalnızdı. Uçak biletlerine bakıyordu. Gidiş-dönüş yerine Tek yön‘ü seçiyordu. Geri dönüşü olmayan bir yola girmek istiyordu. Bu hayatı geride bırakmak, bir daha hatırlamamak istiyordu. Ama boşluk içindeyken, nereye gitse kaçabilirdi ki?

Her şeyi geride bıraktığını sandığında bile, bir melodi, yavaşça çalınan bir piyano, onu alıp, bütün gücüyle duvara vurabiliyordu. Tam her şeyin bittiğini sandığı anda, aslında hiçbir şeyin bitmediğini hissediyordu. Şimdiki zamanda yaşayamıyordu. Hep geçmişteydi. Kurtuluş yolunu biliyordu. Tek yolu vardı, ve o yolun gerçekleşmesi için her şeyi yapıyordu. Korkutan da buydu. Çünkü yapabileceği en iyi şey, hiçbir şey yapmamaktı. Zaman, her şeyin ilacıydı. Ama geçtikçe, her şeyi daha da mahvediyordu. Bitmeliydi. Hak etmediği bir hayatı yaşamak istemiyordu. Bitmeliydi artık. Ama nasıl? Hiçbir fikri yoktu.

Her gece uyumadan önce sinir krizleri geçirerek mi? Kendini oyalayarak mı? Yoksa kendisini kendinden uzaklaştırıp ruhsuz bir şeye çeviren ilaçlara dönerek mi?  Her şey zaman kaybıydı. Tamamen zaman öldürdüğünü biliyordu. Elinden bir şey gelmiyordu. Hani iyiler kazanıyordu? Hani her şey yoluna giriyordu sonunda? Hani iyilik yaparsan iyilik buluyordun? Geçmiş notlarını karıştırırken eski bir kısa hikaye buldu. Y’nin totemiydi bu. Hayatına uğur getiriyordu. Tutunduğu rüyaydı. Çok özel, birazcık gizli bir anlamı vardı. Yalnızca kendi biliyordu. Yıllar önceden kalma, hayali bir sevgiliye yazılmıştı:

Neden böyle olmak zorunda? Hayır bir dakika, gerçekten.
Neden herkes hak etmediği hayatı yaşamak zorunda? Duymuyor musun? Sesi açsan? Beni dinle bu defa. Pişman olmazsın ya sonuçta! Belki de bu yazdığım hayatımdaki en önemli yazıdır. Belki de tek ihtiyacımız olan birazcık aşktır? Oku, sevceksin bunu bak. Söz!
Sadece hayal ediyordum, Sen ve ben. Evet ikimiz, ve tahmin et ne: başka da hiç bir şeye ihtiyacımız yok, ufacık ama sıcak bir ev dışında. Paramız, elektriğimiz bile olmasın. Gerekirse donalım, Ama o evde geceleri birlikte uyuyalım. Evet, o günü unutamıyorum, o ilk günü unutamıyorum seninle geçirdiğim. İster çaresiz de, ister rezillik de, istersen kaç benden, nereye kadar gideceksin? Vazgeç artık işte, bak olmuyor böyle. Ne sen mutlusun, ne de ben. Hey, bir saniye, dinliyor musun? Çıkar o kulağındakini, çünkü hayatını kurtarmaya çalışıyorum. Hayatımı kurtarmaya çalışıyorum. Evet, aslında çok bencilim, çünkü seni kurtarmadan kendimi de kurtaramam. Tam bir pisliğim ben, değil mi? Seni hayat boyu sevmeye hazır olan, bugün evlenelim desen yarın nikâh masasında hazır bekleyecek, en kötü anlarında ayakta senin için duracak, kanının son damlasını da seninle paylaşacak romantik bir pislik. Öyle pislik ki sana hayatının en kritik dönemini adamış duygusal, peşini bırakmayan bir serseri. Sağı solu belli olmayan geçmişin sayfalarında boğulmamak için çırpınırken yüzmeyi öğrenmiş bir çocuk işte. Yine daldın gittin okyanuslara..? Sana diyorum, hah şöyle. Niye konuşurken gözlerime bakmıyorsun, seni anlamıyorum neyi düşünüyorsun. Belki bu son fırsatımızdır? Bu hayat ikimizi de insanların arasındaki sonsuz boşluğa fırlatmadan, sen kollarımın arasındayken sana anlatabileceğim son sözcüklerdir. Sadece sen de hayal etsen… Tüm kötülüklerin geride kaldığını, güzel mutlu bir yarın. Hatta sonraki gün de. İnanmayacaksın ama, ondan sonraki gün de! Ömür boyu bir mutluluk. İstersin değil mi, soru işareti bile koymadan yazıyorum ki istediğini biliyorum. Bazen önünde bir paket vardır ancak o pakedi almak için adım atman gerekir ya. Sen o adımı atamayacak kadar yorulmuşsun işte. Yerde yatıyorsun, ama ben seni kollarımda taşımak istiyorum. Bak, kaldır kafanı, geldik. Bak karşısı, bu köprünün hemen karşısı ait olduğumuz yer. Senin tekrar benim olacağın yer. Bu köprüden seni taşıyarak geçebilirim, ne dersin? Hadi bir değişiklik yap ve güven bana. Sen benim için arkadaştan fazlasısın. Arkadaşım deme bana, kırıcı olabiliyor.
Gerçekten.

Sonuçta biz niye arkadaş olalım ki? Mutluluğu paylaşabilmiş iki insan arkadaş mıdır? Bilmem, evet arkadaşlığı da genelde içinde bulundurur, ama daha fazlasıdır. Yalansa yalan de. Bazı şeyler geride mi kaldı? Bunu mu dedin haha güleyim bari. Sen öyle sanıyorsun, çünkü hiç bir şey bitmedi, her şey yeni başlıyor. Seni çok seviyorum. Geleceğimizi görebiliyorum. Evet o bahsettiğim ufacık evde, dışarıda kar yağarken, yıldırımlar düşerken, bütün o mavi kırmızı siren seslerinin arasında, camı indirip perdeyi çekip sana sarılıp uyumak. Tekrar o huzuru bulmak. Huzur demişken, biliyorsun değil mi, olmadı ya senden sonra kimse. Yok gerçekten diyorum, sen benim eksik yarımsın. Ben kocaman bir resimim, sen de bu resmin kalbindeki yap bozun kayıp parçasısın. Seni buldum, gözlerimin önündesin, ama sana ulaşamıyorum. Bu adımı sen atabilirsin. Tek yapman gereken inanıp güvenmek. Çok mu zor? Bir dene, denemedin. Geçmişte denedin olmadı? Kendinde misin, doğru düzgün deneyemedin bile aslında. Hayatına başkaları mı girdi, hayatında başkaları mı var, başkasından mı hoşlanıyorsun, ondan mı gözlerini kaçırıyorsun, onu mu düşünüyorsun? Haha, süper! Yok cidden, korkmuyorum, sen benimsin, benden kaçamazsın. Git onunla ol bakalım. Ama sadece şunun cevabını ver kendine: benden başkasıyla olamayacağına biraz daha ikna olmak için aylar kaybetmeye değer mi? Hani, duygusalım demiştim ya, evet, geceleri seni düşünüyorum ve ağlıyorum, çünkü o gece de sensiz geçen kayıp bir gece. Sonra gözyaşlarının arasından tekrar doğuyor umutlarım, ve geleceği düşünüyorum. Off, ne hayallere daldım. Dur ya, düşündüm de olmaması için bir neden yok aslında. Hadi kurtul artık şu diğer yüzeysel ilişkilerinden. Onlar seni benim gibi sevemez, onlar zaman geçirebilir, eğlenceli olabilir, para kaynağı olabilir, biraz duygusal olabilir (benle karşılaştırma valla kırarım kafanı unutma serseriyim ben), duygusal rolü de yapabilir, safsın, inanırsın hemen. Kanma bunlara, vazgeç onlardan, onlar sana aile olamaz, onlar gece sarıldığında seninle huzur bulamaz, onlar senin çocuklarını sevgiyle büyütecek babaları olamaz, onlar senin ruh eşin olamaz. Bırak gitsinler hayatından, ve hayatımdan. Hayatımızdan. Şimdi tam zamanı sevgilim, gel, ellerini ver, rahatla, kendini serbest bırak. Çok savaş verdik ve çok şeyi hak ettik. Şimdi intikam zamanı. Ne, intikam kötü mü? Bak bu konuda seninle zıt görüşteyiz. Çok sevindim, zıt düşünüp tartışabileceğimiz bir şey var artık. Hayır çünkü cidden seninle bakışıp 802.11n gibi (Çok mu ‘nerd’ oldu? Boşver =)) bütün düşünceleri konuşmadan paylaşmak, sıktı demeyeyim de, heyecansız kalmıştı. Şimdi tartışıp bütün gün birbirimizi paralayabiliriz. Oley! Bunu özlemiştim. Tartışmak? Sen gelemiyordun hani zorlamaya? Sorun değil, çünkü kötü günler bittiğinde, dertlerimiz kalmayacak, tartışmak da o zaman yormayacak seni. Hani kendisi en büyük sorunumuz olacak çünkü. Bana inanıyor musun? Hadi daha önce denedik olmadı. Öyle bir defada vaz mı geçtin seni sevenden ya?

Yaa sana diyorum hadi uzatma sevgilim ol benim. Tekrar ellerini tutayım koşalım gezelim zıplayalım. Tatile gidelim sıcak havada buz gibi denize atlayalım. Yetmedi mi biraz güneşlenir dondurma yeriz. Sıkıldık mı, boşver döner klimayı açar otururuz. Belki bir kaç film izleriz. Hem tartışcak bir şeylerimiz olur yeni. Güzel bir yaz akşamı, ne yapalım. Kalabalığa, insanların arasına karışmak? Bir dursana onu hep yapıyoruz zaten, hep de yaparız. “Pardon beyefendi bakar mısınız en yakın tekel bayii nerede acaba? <buraya adamın cevabı gelse işte..> Teşekkürler.” Ne mi yapıyorum? Sence? Aşkım, bu gece şu içkileri dökelim birbirimizin kafasından aşağıya. Deliler gibi sarhoş olalım. Yarın mı? Boşver, birlikteyiz işte artık! Hep de birlikte olacağız, yarını düşünmek yok. Hatta oyun oynayalım, yarını düşünen bir shot daha yapsın. Ama dürüst olcaksın, söz mü? “Taksi! <buraya evin adresini anlatma kısmı gelir..>” Bak eve de geldik hemen. Bak sevdiğin şarkılardan playlist’te yaptım, artık bilgisayara dokunmak yok. İkimiziz işte, sen ve ben. Başka bir şeye gerek yok. İyi ki seninle tanışmışım işte! Şimdi ben bardakları getirirken sen şu şişeyi açar mısın, aşkım?

<Bir saat sonra> İyi ki benimlesin. Çok eğleniyorum. Bu şişeyi ikimiz yarıladık bile, hadi devam.
<İki saat sonra> Eehehe. Hiç bu kadar eğlenmemiştim. Hadi dışarı çıkıp bağıra bağıra koşalım insanlar bize baksın. Yok özentilik değil, sadece dikkat çekmemizin umrumda olmaması. Hadi, hem serinleriz sonra içeri gireriz. <Otuz saniye sonra dışardadırlar, aynen bunları yaparlar.> iyi ki birlikteyiz.
<Üç saat sonra> İlk günlerimizi hatırlıyor musun? Yok daha da öncesini. Hani benden ayrılmıştın. İşte bir daha hiç dönmeyeceğini sanmıştım. İntihar edecektim neredeyse. İyi ki varsın.
<Dört saat sonra> Bu şişe de gerçekten de bitti, başka şişe kalmadı. Ama bence ihtiyaç ta kalmadı. Senin ağzındaki alkol tadı bana bütün gece yeter.
<Beş saat sonra> İyi ki tekrar hayatıma girdin, yeniden doğdum resmen. Bu defa öldürmezsen sevinirim bak. Bu dünyadaki en güzel gözlere sahipsin. Alkollü değilken şımarma diye kendimi nasıl tutuyorum bilemezsin. Ne? Değil misin? Saçmalama, en azından benim için öylesin. Başkaları umrunda değil mi? Bunu duymak güzel işte. Uyusak mı ne? Ne uyumayalım mı, tamam. Ne yapalım peki? …
<Sekiz saat sonra> Hayatımın en güzel gecesi falan herhalde. Sadece sana bir şey söylemek istiyorum uykuya dalmadan önce. Ne mi? Aslında sen de ilk günden beri biliyorsun ama sanırım artık eminsindir: “Seni seviyorum”.
<Sonraki sabah> Düşünüyorum da. Yataktayım, resmen bok gibiyim, leş gibi kokuyorum, kalkacak halim yok, dün gece aldığım alkol miktarının hiç bir doktor tarafından onaylanabilecek en ufak bir yanı yok, bir sürü sorumsuzluk yaptım, insanlara belki de bağırdım, hakaretler ettim. Hatırlamadığım suçlar işlemiş olabilirim. Hiçbiri umrumda değil. Burada, bu sabah sevdiğim insanlayım, onunla iki insanın yaşayabileceği en özel anları yaşadım, hayatımı paylaşıyorum, ve uzun lafım kısası, benim bu halimi özetleyebilecek artık tek bir sözcük var: Mutluyum.

Devamını da düşün, böyle mi gider? Düzenli bir hayatımız var bütün bunlarla birlikte. Bak artık itiraz etmiyorsun, bütün bunlar bizim geleceğimiz, bir hayalden çok öte aslında, biliyorsun. Bunlar gerçekler, daha da ilerisini düşün. Büyümüşüz falan. Ya da dünya küçülmüş de, fark etmez. Yaşıyoruz, yaşayacak şeyler bitecek değil ya dünya küçülse bile. Daha büyük bir eve taşınalım, farklı bir yerde? Buranın anısı mı var? Evet haklısın, ama ben sana burayı terk edelim demedim ki. Para da kazanıyorum, ama biliyor musun, elimde tutmayı hiç sevmiyorum şu aptal şeyi. Harcamak istiyorum, hadi bi ev alalım. Bahçeli olsun. Köpeklerimiz olsun, ne dersin? Sen de en az benim kadar istiyorsun değil mi? Güzel =) Bir fikrim daha var. Çocuklarımız olsun, ikimizin yaşadıkları iki hayata sığmaz, bence gen haritalarımızın en mükemmel kombinasyonunu ölümsüzleştirmeliyiz sevgilim. Evlilik mi diyorsun yani? Nasıl istersen. Biraz zaman mı var? Bana uyar, daha önümüzde kocaman bir ömür var hâla. Şunun şurasında iki üç yıldır birlikteyiz. Seni seviyorum. Çok tatlısın ya! Hadi ilk günlerimizde gittiğimiz yerlere gidelim. Evet şimdi. Hadi hadi! İki saat sonraki uçakta boş yer var. E pahalı olsun ne var hayatım, para, harcamak için değil mi?

<Bir kaç saat sonra> Burayı hatırlıyor musun, el ele tutuşmuştuk. Yok yok sarmaşdolaştık. Başka hiç bir çift bizim gibi değildi. Ne günlerdi, olacaklardan habersiz geziyorduk öylesine. Tahmin eder miydin tekrar burada bugün birlikte olacağımızı, hem de eskisinden çok daha özel bir şekilde. O zamanlar da ne kötüydü be, ama hepsi geride kaldı. Geleceği hayal et. Evet, bence de çoğu şeyi yapmış olsak ta heyecanla gelecek hayalleri kurabilmemiz güzel bir şey. Düşünüyorum da, sen benim ruh eşimsin. Bunu senle ilk buluştuğumda, öpüştüğümde, ilk duygusal bir bağ kurduğumuzda hissetmiştim. Sen, evet sen, hayatın bana verdiği en büyük hediyesin. On sekiz yıl bekledim seni, hatta üzerine bir süre daha bekledim, ama değdi. Aaa mezuniyetimiz var, hadi onun hazırlıklarını yapalım. Aslında dur ya daha kaç gün var, boşver burada bir kaç gün daha kalalım. Hadi.

<Yıllar sonra> Bu kadar kişi geleceğini beklemiyordum açıkçası. Neyse, ailelerimiz artık sabırsızlanıyor, nikah masasına geçelim hadi. Heyecanlı mısın? Aslında değilim, biz çoğu evli çiftten daha evliyiz, sadece kağıt üzerine geçiriyoruz artık. Bir kaç imza, ve sonra da sonsuz bir birliktelik. Artık rahatça o tatlı çocuklara da sahip olabiliriz, tamamen ikimizin üretimi =). <nikah memuru: sayın Y, X adlı bayanı eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?> Hmm burada evet demem gerekiyor değil mi? Tamam derim ben de. Evet. <Aynısı o tatlı bayan için de tekrarlanır.> Oley sen de beni kabul ediyormuşsun. Bi dakka biz şimdi karı koca mıyız? Evlendik? İçimde ilginç bir duygu var. Nasıl bir şey biliyor musun, hani evlenince aşk biter ya, dünyaya bitmediğini göstereceğiz, farklı olduğumuzu göstereceğiz! Herkes kendini özel sanar evet. Ama bir özel vardır. Seni en baştan beri benim için “o” kişi olduğunu biliyordum. Sana kanıtlamak çok zor oldu, ama artık birlikteyiz sevgilim. Ne mi yapalım? Bilmiyorum, ne istersen, inan şu anda düşünesim yok, sadece bu gece yatağımıza atlayıp keyfimize bakalım. Yorulduk bugün, ama değdi. İnsanlar da artık mutlu bizi hep göreceklerini biliyorlar. Cidden ya baksana hiç bir çift bizim kadar uyumlu değil. Birbirimiz için yaratılmışız sanırım. Sevgilim, upuzun bir ömrümüz var, ve sonunda birlikte öleceğiz, sen ve ben. Bunu biliyorum ve artık ölüm bile bana huzur veriyor. Ama önce, onlarca yıl yaşayıp hayattaki her şeyi yapmak, yaşlanmak, bir ömrü dolu dolu yaşamak lazım değil mi? Ne duruyoruz? O zaman, hadi birlikte yaşlanalım!</nikah>

Ufak tefek bir kaç değişiklik varsa da, yazı aynıydı. Aslında istediği buydu. Yıllar önce yazmıştı, ama isteği hala aynıydı. Belki de artık bir şeylerin gerçekten zamanı gelmişti. Belki de artık yaşanması gereken her şey yaşanmıştı, ve zamanı gelmişti. Sahne, şov, bütün organizasyon hazırdı. Herkes oyunun başlamasını, ve mutlu son’u bekliyordu. İzleyiciler sabırsızlanıyordu. Y, yeni X’ini bekliyordu. Ya da her zamanki, yalnızca isim ve beden değiştiren X’ini. X hep aynıydı, gerçek X hep vardı, ve asla ölmezdi. Sadece yanlış insanlar X olmuştu. Çok mu zor bir şey istiyordu? Hayır. Sadece sevgi istiyordu. Bu hikaye, X, ve Y. Aşk. 2015. Bu hikayedeki tüm karakterler kurgusal olsa da, duygular gerçekti. Daha gerçek olamazdı. belki de gerçek olan tek şeydi hatta.

Y, ne istediğini çok iyi biliyordu. X’i istiyordu. Gerçek X’i. Çünkü insan, doğası gereği, kendi gibi biriyle hayatı paylaşabildiği kadar yaşayabilirdi.

Ve Y sadece yaşamak istiyordu. Ne pahasına olursa, olsun.

Distopya

Ne yaparsak yapalım, nereye gidersek gidelim… Gece yatağımıza yattığımızda “ne için yaşıyorum” sorusunu illa ki arada sırada, hatta belki her akşam, kendimize soruyoruz. Özellikle de önümüze koyduğumuz engelleri ve zorlukları aştığımızda bir anda her şey daha anlamsız oluyor. Zorluklarla uğraşmak, engellere göğüs germek aslında hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş oluyor ve fark etmiyoruz. Ama her gece, günlük hayatın uyuşturduğu beynimizin susmasıyla, tekrar kalbimizin sesini duyup, uykuya dalmadan önce, kendimize, gerçek benliğimize dönüyoruz.

Dünya adında, dev bir geoidin üzerinde istesek de istemesek de, Güneş adlı bir ateş topunun etrafında dönüyoruz. Ay da ufaklık, bizi rol model olarak benimsemiş, aynısını bize yapıyor. Milyarlarca yıldır bu böyle. Sadece, nereden geldiğini bile bilmediğimiz tek hücreli canlıların evrilip, yaşayıp, ölüp, bu süreci sayamayacağımız kadar tekrar etmesi sonucu, burdayız işte. Moleküllerden tek hücreli canlılara kadar, oradan ise şu anki bilinçli düşünebilen bize tam olarak nasıl geldiğini bilmiyoruz. Başka gezegenlerde aynı sürecin neden gerçekleşmediğini bile bilmiyoruz. Bize bilinç veren, düşünmemizi, aktif kararlar vermemizi sağlayan olayın, ben diyebilmemizi sağlayan gücün ne olduğu hala araştırma konusu. Ruh diye bir şey var mı? Her şey nöronlardaki elektriksel sinyallerden mi ibaret? Benlik kavramımız sadece bir illüzyon mu? Nasıl gerçekten hissedebiliyoruz? Peki içimizdeki inanma içgüdüsü ve altıncı his nereden geliyor? Bu soruların cevabı bende değil.

Peki bu sorulara acaba gerçekten cevap verebileceğimiz bir gün gelecek mi? Asıl merak ettiğim soru da bu. Ölüm, her şeyin başlangıcı mı? Bütün cevapları alacağımız bir dönüm noktası mı? Yoksa her şeyin sonu mu? Mutlak hiçlik. Kozmik zamanla karşılaştırdığımızda bir hiçten ibaret hayatımızı ne kadar dolu ve güzel de yaşasak, en sonunda her şeyin son bulacağı, anılarımızı ve duygularımızı içeren beynimizin doğada çözünüp sonsuza kadar yok olacağı, ve ben dediğimiz varlığın bir daha asla var olmayacağı düşüncesi, biz yaşlandıkça, tehlikeler atlattıkça, içimizdeki ölüm korkusunu daha da körüklüyor. Yaşadığımız en güzel anların bile en sonunda bir hiç olacağını bilmek bile, anın tadını çıkaramamamıza yetiyor. Kendi yok oluşumuzu da bir kenara koydum, bizi bilen, seven herkesin yok olacağı fikri, tarih çizgisinden bir gün tamamen yok olacağımızı bilmenin verdiği yetersizlik duygusu bizi iyice mahvediyor. Hayatta en sevdiğimiz insanlar, sevgilimiz, ailemiz, sayısız anımızı paylaştığımız en yakın arkadaşlarımız bile bir gün ölecek, yok olacak. Günlük hayatta bunlar üzerine düşünmüyoruz, ancak üzerine düşünmüyor olmamız gerçekliğini hiç azaltmıyor. Hepimiz yok olacağız. Sonrasını bilmiyoruz. Belki de gerçekten, hepsi bu.

Şuradaki kısacık zamanımızı da güzel geçirelim bari, değil mi? Eğlenelim, koşalım, zıplayalım, sevelim, sevişelim, yardım edelim, iyilik yapalım. Ama devletler, din, milliyetçilik, fanatizm, kapalı oluşumlar gibi faktörler yüzünden dünyamızın ağzına sıçılıyor. Aptal insanların tüm dünyaya sahip olma isteği, şurada ne kadar süreyle burada olduğumuzu, barış içinde yaşamamız gerektiğini görememeleri, öldükten sonra cennette hurilerle sevişecekleri gibi IQ’su 50 olanın bile inanmayacağı kadar aptalca bir yalana inanmaları ve cennete gitmek için yaptıkları. Etrafta allahüekber diye patlatılan bombalar, günde beş vakit başımızın etinin, insanların ne olduğunu bile anlamadığı başka bir dilde böğürüş ile yenmesi, Müslüman olduğunu iddia eden siyasetçilerin, bir avuç gerizekalıdan tek cümleyle milyonlarca oy toplaması. Ama hayır, gerçek İslam bu değil. Sahi, gerçek İslam ne peki? Hiç göremedim de henüz…

IMG_5406

(resim İnternette dolaşıyordu, yaratıcısı ben değilim, yaratıcısı bana ulaşırsa kendisine burada credit veririm)

Dinin kitleleri manipüle etmek için bir araç olmasını bir kenara bırakırsak sorun çözülmüyor. Devletlerin, yalnızca kendi güç gösterileri için hiçe sayıp ölmelerine göz yumdukları insanlar ve hayvanlar, ilaç firmalarının, insanların sağlığını para karşılığı satmaları, eğitime, bilime, ar-ge’ye harcanması gereken paranın diyanete harcanması mı dersiniz? Kapitalizme karşı değilim, ancak insanların sağlığı, yaşama hakkı gibi temel haklar söz konusu olduğunda, bütün masrafları her koşul altında devletlerin karşılaması gerekiyor. Tabii ki insanlar umrunda değil devletlerin. Daha fazla güç, daha fazla yere sahip olmak, daha fazla asker, daha fazla din!

Bütün bunların yanına, mağdur edebiyatı yapıp dünyayı elinde oynatan, yalnızca kendi kapalı toplumunu seven, geçmişteki bir diktatörü gözümde sempatik yapmaya başaran sinsi bir ırkı da ekleyelim. Yanına, insanların iyice robotlaşıp yalnızlaşmasının sonucu tatminsizliği, herkesin kendi boş hayatını yaşamasını, iyilerin mutlu olamamasını da koyalım. Herkesin hep daha fazlasını istemesini de unutmayalım, tabii ki. İnsanların din ve para adına birbirlerini öldürmeleri, fanatizm ile birlikte beyinleri uyuşan kitlelerin şu biraz olsun güzel olabilecek, tadını çıkarabileceğimiz dünyayı real-life cehennem‘e çevirmeleri. Şu ufacık dünyada, gerçekten sevebileceğimiz birilerini bulmamız, ve onların, kendilerini sevenler yerine ağızlarına sıçanların peşinden gitmeleri. Düzenin, insanların ne kadar başarılı olduğuna göre değil, ne kadar çevresi, network‘ü olduğuna göre insanları başarılı sayıp, toplumun çoğunu köle olarak kullanması. Sonra neden sokak sapıklarla, tecavüzcülerle, katillerle dolu. Kim ister öyle olmayı başta? Kime, gerçekten öyle olduğu için kızabilirsin bu adaletsiz düzende? Yaptığı davranış ne kadar mide bulandırıcı olsa da, kimin gözlerinin içine bakıp kötüsün diyebilirsin? Diyebileceğini sansan da, kimseye diyemezsin. Çünkü en büyük suçlular sokaklardaki magandalar değil. En büyük suçlular, takım elbiselerin içinde, onları bu hale getirenler.

Cehennem diyorlar, diğer tarafta mahvolmak diyorlar da, çok uzağa gitmeye gerek yok bence. Güzelim gezegenimizi cehenneme çeviriyoruz zaten. Belki bir gün aydın kesim, dar görüşlü çoğunluktan kurtulmanın bir yolunu bulur. Belki bir gün insanlar, popülerite ve zenginlik peşinde arsızca koşmayı bırakıp gerçekten doğru ve doğal olana, olması gerekene yönelirler. O günleri görür müyüz, bilmiyorum. Ama o günler gelecekse bile, şu anda kurunun yanında yaş da yanıyor. Masum insanlar zarar görüyor. İyiler kaybediyor, kötüler kazanıyor. Şu dünyaya, insanlara, düzene, doğal evrimsel sürecin bir parçası bile olsa, üzülüyorum. Ben tek bir insanım. Etrafını etkileyen, çevresine göre sağlam düşünceleri, hayatı, hobileri, çevresi, ilişkileri, işi de olsa. Tek bir insanım. Seni değiştirmek isterdim sevgili distopik dünya. Seni, gerçekten değiştirmek isterdim. Ama sanırım bir süre distopyada yaşayacağız. Yine de, belki bir gün her şey değişir. Düzenler değişir, gerçekten hak edenler kontrolü ele alır ve herkesin hak ettiği hayatı yaşayacağı biçime sokarlar. Belkiler üzerinden gidemeyiz, biliyorum. Ancak yine de, düşünmesi güzel…

Sevgililer Günü, İyi ki varsın!

İyi ki varsın sevgililer günü. İyi ki bazı şeyleri yüzümüze vuruyorsun. Kapitalizmin, insanın en temel duygularıyla oynayıp, sevgilisi olanı zorunlu tüketici rolüne sokan, olmayanın da yüzüne “herkes sevgilisiyle, sen ise yalnızsız, ezik” diyen gün. Dışarı çıktığınızda kırmızı ayıcıklar, kalpler, yalnızca sevgililer için tasarlanmış aptal oyuncaklardan, el ele tutuşup, Facebook’ta oraya buraya “eheh sevgilim var mutluyum” triplerindeki insanlardan başka bir şey göremeyeceğiniz bir gün.

Yaklaşık beş yıl sonra ilk kez sevgililer gününde single’ım. Şunu belirteyim ki, sevgilim varken de en az bu kadar nefret ettiğim bir gündü, sadece bu kadar batmıyordu. Yalnızca tek bir sevgililer gününü sevdiğimi hatırlıyorum, o da, sevgililer günüyle birlikte dalga geçip saçmalığına gülebileceğim bir sevgilim varkendi. Onun dışında sevgilim varken de, yokken de, bu günü sevemiyorum. Neden mi?

İnsanların yalnızca bugünde sevgililerine önem verdiğini göstermesi, bunu bir reklam olarak yapması, insanların ne kadar basit ve iğrenç varlıklar olduğunu göz önüne seriyor. Sevgililer günü dışında birlikte tek bir fotoğrafı bile olmayan bir sürü insan, sevgililer gününde her yere fotoğraf koyuyor. Yalnızca bir kutlama olduğunda bir şeye değer veren sahte insanların, her zaman kazanan takımı tutanların, 14 Şubat versiyonu kısaca. Bu yüzden seni sevmiyorum 14 Şubat, ama iyi ki varsın.

Hayatıma giren ve benim şu anda yalnız olmamda rol oynayan, ezik ruhlu, yalancı insanları düşünüyorum. Düşündükçe onlardan iğreniyorum. İçimdeki kalan azıcık sevgi de, nefrete dönüşüyor. Hayatımda son zamanlarda tanıştığım, beni gerçekten hak eden bir sürü tatlı, temiz kalpli insan varken, geçtiğimiz dönemi basit ve yüzüne bakmanın bile zaman kaybı olacak aptal insanlara harcamış olduğumu göz önüne vuruyor. Yüzüme çok sert vuruyorsun, seni sevmiyorum 14 Şubat, ama iyi ki varsın.

Her ne kadar 14 Şubat umrumda olmayan bir gün olsa da, toplumun üzerimdeki baskıcı rolünü hissediyorum. Takmıyorum desem de, belli ki takıyorum bu günü. Ya da en azından toplum, bu günde bir insanın sevgilisi olmasını o kadar başarı sembolü haline getirmiş ki, sevgilim diyebileceğim biri olmamasından dolayı kendimi ezik hissediyorum. Değilim, tam tersiyim, ama buna rağmen, bana böyleymişim gibi hissettirebiliyor. Gözlerimi açmamı sağlıyorsun. Seni sevmiyorum 14 Şubat, ama iyi ki varsın.

Uykum var ama uyuyamıyorum. Aklıma kendimle ve ilişkilerimle ilgili verdiğim kararlar, yaptıklarım, ve insanların yaptıkları hataların yükünü taşımam geliyor. Gece yatağımda huzurlu uyuyabilecekken, ya da uykum yoksa bile güzel bir kaç yazı okuyup, bir şeyler izleyip keyifli zaman geçirebilecekken, kendimi ve neden yalnız olduğumu sorguluyorum. Geçtiğimiz dört sevgililer gününde (belki daha fazlası, öncesini beynimden sildim) bunu sorgulatacak bir şey yoktu. Ancak şimdi düşününce cevap hep aynı: üç kuruşluk insanlara beş kuruşluk değer verdim, iki kuruşa satıldım. Klişe bir söz, ancak sonuna kadar doğru. Yaptığım hataları yüzüme vuruyorsun sevgili 14 Şubat. Seni sevmiyorum, ama iyi ki varsın.

İçimdeki canavarı çıkarıyorsun 14 Şubat. O canavar ben değilim, ama içimde bir yerde hapsolmuş. Belki de içimde daha fazla kalmayıp çıkması gerekiyor. Bana dünyadaki adaletsizliği, insanların iki yüzlülüğünü, karma’nın yalnızca bir illüzyon olduğunu hatırlatıyorsun. Uyandırıyorsun bu aptal rüyadan beni. Sen, geçtiğimiz yıl ile birlikte, benim en nefret ettiğim öğretmenimsin. Ama iyi ki varsın.

Tüm özel günler gibi gereksizsin. İnsanların basitliğini ortaya koyuyorsun. Ve o basit insanlar cam fanuslarında mutluyken, “özel olmayan” her günü gerçek bir sevgililer gününe çevirebilecek insan olarak yalnızım bugün. Biri adalet mi demişti?

Sevgilerimi iletirsiniz kendisine.