Bence 23 Nisan Bize Fazla

Yine bir 23 Nisan, yine, her yıl daha da azalan coşkuyla kutlanan bir gün. Evet, kabul ediyorum, ortaokuldayken lisedeyken daha çok heyecan verirdi, çünkü tatil anlamına gelirdi. Şimdi ise anlamını sorgulamaya çalıştığım bir gün.

Tıpkı yalnızca yılbaşı ve doğumgünlerinde kutlama yapanlar, sevgililerini sevgililer gününde hediyelerle mutlu edenler, Atatürk’ün adını bir tek 29 Ekim ve 10 Kasım’da hatırlayanlar, biri öldüğünde Twitter’da trending hashtag ise onu retweet‘leyerek kendini olgun ve duygusal göstermeye çalışanlar gibi, 23 çocukları yalnızca 23 Nisan’da hatırlayanlarla baş başayız. Her yerde ufak, çocuk boyu Türk bayrakları, göstermelik başkan koltuğuna oturulan çocuklar, milli marşlar falan. Klasik, kalıplaşmış olgular. Yarın sabah ise herkes kalkıp, bugün hiç olmamış gibi normal hayatına devam edecek. Sabah altı buçukta alarm çalacak, hazırlanıp büyükler işe, çocuklar okula gidecek, 23 Nisan’ın etkisini ise bir tek birbirlerine sigara molasında ya da ders arasında “aa bugün pazartesi gibi geliyor ama salı ya dün tatildi doğru bak” diyerek hissedecekler. Zaten onlar için de önemli olan bu, değil mi? Sonuçta, olayların özü değil, yalnızca yüzeysel etkileri ile ilgileniyoruz.

Bugün çocuklarına istedikleri şekeri çikolatayı alıp yarın onlara bir birey değil de, kendi kurallarına göre şekillendirebilecekleri bir nesneymiş gibi davranan insanlarla aynı havayı soluyoruz sonuçta. Sonuçta, kendimizden güçsüzlere karşı her zaman üstünlük sağlayıp aşağılık kompleksimizi bastıran egomuzu okşamak zorundayız. Sonuçta pet shop’lardan evcil hayvan alıp, sokak köpeklerine ıyy pis diyenler, çocuklarımız sokaktaki kediyle oynamaya çalıştığında uzak dur diyerek diğer canlılardan da soyutlanarak büyümelerine neden olanlar, ağacı yaşken eğmeye çalışıp ortadan ikiye kıranlar, hayallerinin peşinden gitmeye çalışan çocuklara da, kendi kalıplaşmış robot yetiştiren eğitim sistemimizi gösterip önce oku da adam ol diyen oldukça vizyon sahibi ebeveynler de biz değil miyiz?

Bence 23 Nisan bize çok fazla.

Sevgiler.

Kırılma Noktası

En güçlülerin bile bir kırılma noktası vardır. Ne kadar güçlü olursak olalım, bir gün karşımıza bizim de karşı koyamayacağımız bir fırtına çıkacaktır.


Çok uzun zaman olmuştu yazmayalı. Modern dünyanın daktilosu olan klavyenin, o beyaz ekrana baktıkça beliren harflerle dansını unutmuştum. O dans aylardır, hatta bir yıldan uzun süredir kafamın içinde devam ediyordu. Kalabalıktan, şehirden, kaostan kaçmaya çalışıyordum. Ancak kendi içimdeki kaostan kaçamıyordum. Hayat bir sahneydi ve sahnede bir spot ışığı vardı. Seyirciler, karanlıktan, o spot ışığının göz yakan parlaklığının altına geçmemi bekliyorlardı adeta. Ben ise korkuyordum. Kalbimin atığını kulaklarımda, kulaklarımdaki yankısını kalbimde hissediyordum. Bu geribildirim arttıkça sıcaklık artıyordu, karanlık, soğuk, sessiz bir köşe arıyordum. Sonra spot ışığı bir anda üzerime döndü.

“Yaz,” dedi.

Yazmak istiyordum. Nereden başlayacağımı bilemiyordum. Rastgele, yazım kurallarına veya yapısal düzene uymayan bir günlük ya da harflerin fikirlerle havada çarpıştığı bir beyin fırtınası notu değildi bu. Herkesin okuyabileceği bir şeydi. Herkesin okumasını istemesini istediğim bir şeydi. İnsanlar güzel yaptığımı söylüyordu ama korkuyordum. Yıllarca müziği bırakmış bir rock yıldızının, çok uzun aradan sonra ilk konserini vermek gibiydi. Sanki herkes beni bekliyordu. Sanki her şey bir oyundu. Bir şeyler çıkmaya çalışıyordu içimden. Zorlandıkça zorlanıyordum. Biriktikçe birikiyordu. Rüzgara karşı koyamadığımı hissediyordum. Spot ışığı söndü, seyirciler dağıldı. Karanlıktı, yerde yatıyordum.

Kırılmıştım ben.

En zayıf noktamdan kırılmıştım. Belki de kırılabileceğim tek yerden kırılmıştım. Işık söndüğünde kimse sahneye bakmıyordu, perde kapandığında kimse beni duymuyordu. Ne kadar savaşsan da yenildiğinde kimse tebrik etmiyordu. Spot ışığı hayallerimle birlikte sönmüştü. Günlerin uzaması gerekiyordu ama en karanlık gece geri gelmişti. Nasıl oluyordu? Yakıcı güneşin altında bile nasıl karanlık kendisini gösterebiliyordu? Işığa arkamı dönüp gölgemle baş başa kalmıştım. Hayat herkese kendi boyuna göre gölge veriyordu, ve ondan nereye gidersem gitsem kaçamıyordum. Güneşe arkamı döndüğüm her an benimleydi.

Güneş, hayat sahnesinde bir spot ışığıydı benim için. Baktıkça korkutuyor, gözlerimi, derimi yakıyordu. Bakmadıkça da gölgem, yüzleşmek istemediğim her şeyle birlik olmuş benimle dalga geçiyordu. Spot ile anlaşmış, bana ışık oyunları yapıyordu. Ne kadar güçlü olsam da beni kırmaya çalışıyordu, ve en güçlülerin bile bir kırılma noktası vardı. Gördüğüme inanmamam gerektiğini anlamıştım. Perspektif her şeydi, belki de aynı olaylara farklı açıdan bakmam gerektiğinin mesajını veriyordu. Tıpkı bazı yazıların yarım kalmışlığının gizemiyle sevgili okuyucuya tekrar merhaba demek gibi.

Tekrar merhaba.