İlk kez.
İlk kez her şey yolundaydı. İlk kez, hayatımın geri kalanını birlikte geçirmek istediğim, yanında sıkılmadığım biriyleydim. Her şeyi birlikte yapabileceğim, hep arayıp da hayatım boyunca bulamadığım o eksik parça tamamlanmıştı: her gördüğümde, dokunduğumda, öptüğümde, bunları ilk kez yaşıyormuş gibiydim. Ölümsüz olduğumuzu hissediyordum. İlk kez aile kurmayı ve çocuk yapmayı planlıyordum. Bir gün bir telefonla her şey bitti. Gece bana hayatımın anlamı diyen, asla bırakmayacağını söyleyen insan sabah bambaşka birine dönüşmüştü. En güvendiğim insan durup dururken, hiçbir mantıklı açıklama yapmadan telefonda bu ilişkinin bittiğini söyledi ve kapattı.
Şoktaydım.
Sonrasındaki günler alkol, sakinleştirici, ve nefret etsem de antidepresan almadan duramadım, hayat kabusa dönüşmüştü. Kendimde düzeltebileceğim bir hata aradım ama karşımdaki insan yüzde yüz hatalıydı ve kendini tamamen kapatmıştı. Üzüntüyü, hayal kırıklığını, ve hayatımın en büyük haksızlığını bir kenara koyarsak, bu yaşadığımdan çıkardığım en büyük dersi tek bir sözcükle özetleyebilirim:
İletişim.
Tüm sorunların kökü iletişimdi. Karşımdaki insan iletişim kurmuyordu.
Kendiyle iletişim kurmuyordu, tutamayacağı sözler veriyordu. Bir gün kendi içinde biriydi, sonraki gün ise tamamen daha önce dedikleriyle çelişen, üzerine bir de bana güvenmediğini söyleyen biriydi.
Benimle iletişim kurmuyordu. Konuşarak sorunların çözülebileceğine inanmıyordu. Sorunları paylaşmak yerine sorun yokmuş gibi davranıp kaçıyordu. Kendini olduğundan farklı gösteriyordu. Benim içim dışım birdi. Bu insan ise bana başka, kendi içinde bambaşka biriydi. İletişime hiçbir şekilde izin vermiyordu.
Ortada sorunlar vardı, çoğu sorun gibi konuşarak çözülürdü, ya da en azından konuşarak bir orta yol bulunurdu. Ancak bütün bunlar için karşımdaki insanın yıkıcı bir şekilde bir ilişkiyi bitirmek yerine, ilişki gibi emek isteyen bir bağda yapıcı olmak istemesi şarttı. Karşımdaki yapıcı değil yıkıcı olmak istediği sürece, karşımdaki benimle iletişime kapalı olduğu sürece, karşımdaki rol yapıp sorunları maskeleyip paylaşmamayı seçtiği sürece, benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bir yerlerde kopukluk vardı: İki insan arasında, insanla kendi arasında, ya da insanla dünya arasında. Karşıdaki kendimiz de olsa, bir kişi ya da kişiler de olsa, bir ideoloji de olsa, doğa ve evren de olsa fark etmezdi. İletişim en önemli bağ idi.
Kimse mükemmel değildi. Hepimiz evrimsel süreçte hatalar yapan, farklılıklara sebebiyet vermesi DNA’sında programlanmış, etten kemikten biyolojik bir bedeni yaşatıp üremeye çalışan bir nöron ağından başka bir şey değildik. Özümüzde, kendimize yakın canlılarla görsel, duysal, dokunsal ve telepatik bağlar kurarak kendi halimizi eniyilemeye çalışan bir fonksiyondan ibarettik. Sayılamayacak kadar çok nöron ve aralarındaki bağlantılarla derin ve soyut düşünebilme yetisine sahip olacak kadar karmaşık, uyarılmalar ya da açlık durumunda düşünme yetimizi kaybedecek kadar basittik.
Dokunarak, bakışarak, ya da konuşarak ortak bir frekans yakalayıp iletişim kurmaya çalışıyorduk. Bazen karşımızdaki insanla, bazen hormonların tetiklediği duygularla karmakarışık hale gelen düşüncelerimizle, bazen ise on binlerce ışık yılı uzaktaki yıldızlara bakıp evren ile iletişim kurmaya çalışıyorduk.
İnsanların bağlanma ihtiyaçlarını doğaya, kendileri bir şeyler başarmaya kanalize etmeyip onları dine ve fanatizme yönlendirip kendileri gibi olmayanları aşağılayıp nefret etmeye yönlendiriyorduk. Herkesi birbirine düşman edip, tüm iletişim yollarını, nefret geribesleme döngüsü ile hapsetiyorduk.
Çaresizdik.
İnsanları bölen en tehlikeli silah, kurşunlar ya da füzeler değildi; onları kendi içlerinde ayırmaktı. Gerek insanları birbirilerine, gerek başka kitlelere, düşüncelere ya da doğaya düşman etmenin en kolay yolu onlarla olan iletişimlerini engellemek ya da manipüle etmekti. Bağlanma duygularını çocukluktan itibaren zehirli düşünceler aşılayarak köreltip yerini milliyetçilik, fanatizm ve yobazlıkla doldurmaktı.
Bir kimlik bize zorla verilmişti. Kendimizi özgürce ifade edebildiğimiz, farklılığın doğal olduğunu yaşayabildiğimiz gerçek benliğimizden zorla uzaklaştırılıp, tekdüze köle hayatına zorlandık. Topluma dayatılan giyim, yaşam ya da ifade tarzına uymayanları dışladık.
Başkalarını anlamaya çalışmak yerine, kendimiz gibi olmayan daha da başkalaştırdık. İçimizden gelene değil, dayatılan yalanlara sorgulamadan inandık. İletişimden, paylaşmaktan, ortak payda bulmaktan kaçmak hiçbir şeyin çözümü değildi. Önce senle beni, sonra siz’le biz’i, sonra da onlar’ı kaosa sürükledi. Tıpkı değişim rüzgarının önce direnen onlar’a, sonra siz’e, en son da biz’e geldiği gibi. Kalıplaşmış düşünce yapılarına sarıldık ve bizi ileriye taşımak isteyen herkesle ve her şeyle iletişim kurmaktan kaçtık.
Oysa ki birileri yalnızca gözümüzü, başkaları da yalnızca kalbimizi tekrar açmamızı, görmemizi, hissetmemizi, yepyeni bireyler ve toplumlar olarak varolmamızı istiyordu.
Ama kaçtık.
İletişimden kaçtık. Fikirlerden kaçtık. Hayal dünyamızı bozmaya çalışan gerçeklikten kaçtık. Gerçek dünyamızı bozmaya çalışan hayalperest görünümlü manipülatörlerin bizim duygu ve düşüncelerimizi şekillendirmesine izin verdik.
Kendimizden kaçtık.
Varolmaktan, hissetmekten, yaşamaktan, değişmekten, küllerimizden doğmaktan, hayattan kaçtık. Köşeye sıkıştık. Hayat bize doğru yolu gösterdi, arkamızı dönüp yürüdük. Hayat bize kendini açtıkça, onunla konuşmaktan, ona dokunmaktan, onunla bütünleşmekten kaçtık.
İnsanlardan, doğadan, evrenden kendimizi soyutladık. Dünyaya Instagram filtrelerinden, Tinder’daki bedenlerden, en cool at gözlüklerimizden baktık. Siyah beyaz fotoğraflarda renkler aradık. Her beğenide, her takipçide, her shot’ta iletişimi tek boyuta indirdik. Her vazgeçişte, her umursamaz davranışımızda kendimizden uzaklaştık. En istemediğimiz şey sorumluluk, en kaçtığımız şey bağlılık, en karşı olduğumuz şey sevgiydi.
En istediğimiz şey özgürlüktü, en sevdiğimiz şey ise kendimizi yüzeysel değerler üzerine kurulmuş bir sahtelik imparatorluğunun dijital duvarları arasına hapsetmekti. En güzel hobimiz kendimizi kapatmak, maskesiz asla bedenimizin duvarlarından dışarı çıkmamaktı.
En büyük korkumuz ise yaşamayı seçenlerdi. En büyük eksiğimiz ise yalnızca iletişimdi.
Sözler verdik, tutmadık. Bize değer veren insanların gözlerine bakıp yalanlar söyledik.
Aynaya bakıp yalanlar söyledik.
Huzur istemiştik, kendi ellerimizle yok ettik. Mutluluk istemiştik, yüz seksen derece dönüp geri ittik. Güvenmek istemiştik, hiçbir suçu olmayan insanlara gidip onlara güvenmediğimizi söyledik. Aslında kendimize güvenmiyorduk. Paylaşmak istemiştik, tüm iletişim kapılarını kapattık, kitledik, kimse açamasın diye önüne tüm eşyaları yığdık. Aslında kendimizi hapsetmiştik. Bizi bu bataktan çıkarabilecek insanları hayatımızdan çıkardık.
Sonra da sorduk tekrar: neden mutsuzduk biz?