Not: bu bir günlüktür. Sonlara doğru, bilinç akışımın kontrolden çıktığı bir günlük…
Sevgili günlük formatında kullandığım blog,
Bunu buraya neden yazdığımı bile bilmiyorum. Kendi hayatı, şirketi, sayısız arkadaşı ve çevresinde bir sürü insan olan Can olarak değil de, Cuma akşamı 12’den önce eve dönüp uyumuş, 3’te her zamanki gibi uyanmış ve uyuyamayan Can olarak yazıyorum belki de bunu. Sadece dürtüsel bir şey bana yaz diyor. Ve geceleri içimdeki o şeyi dinlemeyi seviyorum.
Neyse sevgili karalama defterim, buradayım yine. Olacağımı tahmin etmediğim bir yerdeyim şu an. Fiziksel anlamda değil tabi (evde sabaha karşı tek başıma oturuyorum), ancak mental olarak. Kendimi, üst üste, hiç beklemediğim yerlerde bulmaya devam ediyorum. İmkansız dediğim şeyler oluyor. Biraz heyecan verici, ancak rahatsız edici derecede tuhaf. Artı ve eksi sonsuzu aynı anda hissedebiliyorum. Geçenlerde de bahsettiğim, mantığımla duygularımın çatışması beni çok yoruyor. Aklımı yoran ve stres yapan bu iç savaş yüzünden bazen akşam 9’da falan yatıyorum yorgunluktan. Ve tekrar uyuyamayınca döngü devam ediyor. Neden kendi hayatımla ilgili bu kadar detayı buraya yazdığımı bilmiyorum. Belki insanlar (bu, sen oluyorsun sevgili okuyucu 😊) daha kendilerinden bir şeyler bulurlar. Bilmiyorum… Sanırım sadece içimden geleni yapıyorum, ve önemli olan da bu.
Ne zaman “tamam hayatım normal bir hayat oluyor” desem, hayat beni, daha önce hiç bulunmadığım kadar tuhaf bir yere sokuyor. Tam her şeyi çözdüğümü sandığım noktada, hayat beni öyle bir labirentin içine alıyor ki, kendisi bir insan olsaydı yüzüne “oha be kardeşim” demekten çekinmezdim. Hayatın, “bütün gece uyuyamadın bu yüzden kalktın, dur şimdi uykunu getireyim ehehe” formatındaki günlük küçük oyunlarının yarattığı mental ve biyolojik dengesizliği de bir kenara atarsak, ortada, her zamanki gibi, cevaplayamadığım tek bir soru kalıyor:
Neden?
Hayat nasıl oluyor da beni tek zayıf noktamdan ölümüne vuruyor? Ve nasıl oluyor da, bütün bu ölümüne vurmalarının sonucunda ben hala ölmedim? Çok fazla düşünen Can geri geldi. Her şeyi, tüm ayrıntılarıyla sorgulayan, yolda yürürken yandan geçen adamın tipinden bile hiçbir nedeni olmadan anlam çıkaran çocuk tekrar karşınızda. Beni çok zorluyor bu şehir ve insanları. Beni çok yoruyor değer verdiğim insanların içlerinde basit kuklalar olduğunu görmek. Gidecek, bir daha buranın yüzüne bile bakmayacağım yeni bir yer lazım sanırım bana. Değil mi günlük? Keşke insan olup konuşabilseydin, neler derdin acaba? Blog’a yazdığım en derin ve insana kendini sorgulatan yazıların bile yalnızca buzdağının görünen (ya da dış dünyaya göstermek istediğim) kısmı olduğunu bilen tek sırdaşımsın günlük. Benim iç dünyamdaki iyiyi ve kötüyü, yüzleşmek istemediğim gerçekleri ve cevabını veremediğim soruları bilen tek şeysin. Bir ayna gibi, her şeyimi anlattığım bir insanmış gibi konuşabilsen, cidden ne derdin? Benim “sevgili günlük” diye başladığım yazılara, “sevgili Can” diye cevaplar yazsaydın mesela? Orada, benim her şeyimi bilen tek göz olarak, duygularım ve sosyal normlar tarafından bastırılmış o en içimdeki bana, nasıl bir derste bulunurdun?
Ve tabii ki, kapanış paragrafında, buradan sonra nereye gideceğimi söylerdin? Nereye gitmeliydim bu noktadan? Ne yapmalıydım? Örneğin, gözümde büyüttüğümden dolayı, fazlasıyla üstün olmama rağmen karşılarında ezik hissettiğim insanların, sandığım mükemmel insan‘dan çok uzak olduklarını anladığımdaki aşağılık kompleksinden kurtulma ve ego tatminine mi sevineyim, yoksa bununla birlikte gelen içimdeki boşluğa ve o insanların aptal oldukları gerçeğiyle yüzleşmeme mi üzüleyim? Son bölümde beklemediğim bir high score yapmış olmama mı sevineyim, yoksa o uzun bölümün aslında hayatımın kopmaz bir parçası olduktan sonra, şimdi bitmiş olmasına mı üzüleyim? Nereye gideyim sevgili günlük? İstanbul’da drama üstüne dramaları yaşadığım, bir türlü huzur bulamadığım haftaların bir tanesinin daha, eğlenceli olması gereken sonunda, mental olarak nereye gideyim?
Çünkü bu defa, ruhsal anlamda benden güçlü çok insan olması değil, hiç kimse olmaması beni asıl korkutan şey. İnsanların karşısında bilinçaltımda ezilmek mi daha kötü, yoksa beni ezecek birinin kalmaması mı, emin değilim… Savaşacak biri yok ki karşımda. Tek başımayım. Belki de gerçekten cahillik mutluluktur. Ama o korkutucu köprüden bir noktada geçmek gerekiyor, sonsuza kadar çoğu insan gibi hayal dünyasında yaşayamayacak kadar farkındalığa sahip biriyim. Bazen kıskanıyorum yukarıdan bakıp sefil dediğim basit insanları. Keşke onlar gibi mutlu ve huzurlu olabilseydim diyorum. Ya da kendim bile dışarıdan göründüğüm sıradan şehir hayatı‘nı gerçekten göründüğü gibi, basitçe yaşıyor olsam diyorum.
Sonra, tam bu günlüğün son paragrafını yazdığımı düşünmüşken, aklıma çok daha fazla şey geliyor. Durduramıyorum kendimi. Durdurmak da istemiyorum. Çok fazla şey var. 2015’e her şeyiyle veda etmiştim, 2016 çok daha farklı olacaktı diyorum kendime. Ama aynı oyun, aynı şeyler devam ediyor aslında. Fark sadece kafamdaki bir hayal dünyasında. Kendi içimde asla çözemediğim bir şifre var. Sanki ben sadece bir sonucum, kendi kontrolüne bile sahip olmayan, o kukla diye eleştirdiğim insanlardan biriyim. Daha yukarıda, göremediğim bir yerde, uzay-zaman ile benim ilişkimi bir şey (ki bu elle tutulabilir, fiziksel bir şey değil) istediği şekilde kontrol ediyor. Beni, sanki The Sims oynar gibi, en abuk, en anlaşılmaz, en “hiçbir şekilde buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum” denecek durumlara sokuyor. Çözemiyorum bu şifreyi. Her şeyi çözebiliyorum, ya da çözemeyeceğim somut, elle tutulur olguları kabul ediyorum. Ama bu şey, her ne ise, öyle arada kalmış, öyle farklı, ve öyle normal koşullarda bu şekilde gerçekleşmesi imkansız bir şey ki, arada bana, saniyeler içinde tüm gerçekliğimi yıkıp her şeyi yeniden sorgulatacak ipuçları veriyor. Delirdiğimi sanıyorum ama delirmiyorum. Değiştiğimi sanıyorum ama değişmiyorum. En azından içimde, en derinde bildiğim şey bu gerçeklikler ve tabi, zamanın, beni ve hayatımdaki her şeyi eskitip, bir noktada yok edeceği gerçeğini hatırlatan tek yönlü entropisi.
Hiçbir şeye müdahale edecek gücüm kalmadı, kendi hayatımın gittiği yer (her neresi ise) de dahil buna. Uyku/uykusuzluk, mutluluk/mutsuzluk, umutluluk/umutsuzluk, yaşama sevinci/ölme isteği, yaratıcılık/sıkıcılık, aşk/nefret, tanrı gibi hissediş/çaresizlik, derinlik/yüzeysellik, duygusallık/mantıklılık gibi zıtlıkların oluşturduğu sayısız boyutlu bir teserakt’ta nereye gideceğini bilemeyen, yanlış adım atmaktan korkup en güçlü adımları atabilen bir çocuğum ben. Kaç yaşımda olursam olayım, neler başarırsam başarayım, ileride 50 yaşında takım elbiseyle bir şirketin başında da olsam (kurumsal hayat, aman diyeyim), ben o büyümeyecek çocuğum işte.
Acaba bana kendimi gösterebilecek seviyede biri var mı, günlük? Yoksa sayamadığım kadar insanla sayamadığım kadar ilişki yaşasam da, yine de yalnız mıyım? Bakalım. Belki zamanın entropisi, bu resimdeki bütün parçaları, 1/1010 gibi pratikte imkansız bir ihtimalle, aynı hayatta beni getirdiği, eşit imkansızlıkların sonucu noktadaki gibi, tam olarak olmaları gerektiği yere koyar. Tıpkı, en karanlık geceden sonraki, güneşin yeniden doğuşu, içinden çıkamayacağın sonsuz boşlukta ölüme terk edildiğini, kimsenin seni duymadığını düşündüğün anda, birinin adını söylemesinin, bütün karanlığı yıkabildiği gibi…