Her yıl, hayatımızın o ana kadarki kısmının oran olarak daha küçük bir kısmını kapsadığından, yıllar hep daha kısa gelir. Örneğin, bir yaşımızdan iki yaşımıza geçen bir yıl, hayatımızın yüzde ellisidir, ancak dokuz yaşımızdan on yaşımıza kadar geçen kısım hayatımızın yüzde onudur. İleri yaşlıların da zaman ne hızlı geçiyor demesinin nedenlerinden biri de budur; beynimiz yıllar boyunca anılarla doldukça, her eklenen eşit uzunluktaki dönem, toplama göre daha düşük öneme sahip olacaktır.
Tüm anılarımız, yaşadıklarımız, hayallerimiz, paylaştıklarımız hep geçmiştedir. Geleceğe dair kurduğumuz hayaller bile aslında geçmişe aittir. Yarattığımız tüm anılar, geçirdiğimiz tüm birliktelikler, her geçen saniye geçmişe doğru ilerlemektedir. Hayatımızda yaşadığımız hiçbir anımızı tekrar yaşayamayız. En fazla hatırlayıp, o anıları hatırlatan müzikler dinleyip, o güne götüren kokuları koklayıp, gözümüzde canlandırmaya çalışarak yaklaşabiliriz, ancak hiçbir hayal, gerçeğinin yerini tutamaz. Zaman geçtikçe geçmişe ait tüm hatıralar yavaşça şekil değiştirir, olduğundan daha çekici gelmeye başlar. O zamanlar içindeyken hissettiğimiz duyguları yaşatmazlar bize. Unutmuşuzdur o duyguları.
Bazen de anıları komple unuturuz. Beynimizin nöronları arasındaki karmaşık ağda gizlenmiş, derinlere gömülmüş sayısızca anı vardır. Üzerinden yıllar geçtikçe unuturuz onları, oysa ki onlar bizim benliğimizi şekillendirirler. Varlıklarından habersiz, sıradan bir günde, gazetenin kenarında bir yazı okuruz, oturduğumuz kafede bir melodi duyarız, yanımızdan geçen kişinin parfümünün kokusunu alırız. Bir anda, ne olduğunu bile anlamadan tekrar o anıya gideriz. Çünkü bizi geçmişe olaylar değil, duygular bağlar. Kişileri, isimleri, yerleri ve tarihleri zamanla unutabiliriz, ancak duyguları asla unutmayız. Aklımıza girmek için yazılmış bir şiir gibi yazılmış notaları, tüylerimiz diken diken olurken teker teker hissederiz. Bizi çağırır yanına. “Gel,” der. “Bana geri gel.”
Gözümüzün önüne bir perde iner, gerçek hayatla bağlantımızı keseriz. Sıkıcıdır ne de olsa gerçek hayat. Kokulardan kişilere, anılardan müziklere, duygulardan ise geçmişe karanlığın içinden uçsuz bucaksız bir halat gibi uzanan bir zaman çizgisi üzerinde fırtınada savrulurcasına oradan oraya atlarız. Geçmişin rüzgarı bizi içine çekmiştir, çıkmamıza izin vermiyordur. Çıkmaya çalışsak da, duygular, isimler, omuriliğimizin derinliklerine kazınmış anılar bizi hızla geri çeker. Bizi asla bırakmazlar. Geçmişin karşı konulmaz çekiciliği içinde kayboluruz. Gerçek hayattan, insanlardan, şehir hayatından, rutinden kaçsak bile kendimizden asla kaçamayız. Günler, haftalar, yıllar geçse de geçmişteki hayallerimizden kaçamayız. Çünkü hayallerimiz bizi biz yapar, ve hayallerimiz ne kadar büyükse, üzerimize yıkıldıklarındaki enkaz da o kadar derin olur. En beklemediğimiz anda vuran şiddetli bir deprem gibi her şeyi bir anda yıkarlar. Kimse yardım edemez bize. Yapamadığımız her şeyin yükünü dizlerimizde, omuzlarımızda, kalbimizde hissederiz. Başlayıp bitiremediğimiz, ya da daha başlamadan biten tüm hayallerimiz bizi korkudan titretir. Tüm yarım kalmışlıkları hatırlarız. Yarım kalmışlıklar güzeldir.