En temel fiziksel içgüdüler; hayatta kalma, nefes alma, yemek yeme. Daha sonra sevişme, devamlılık sağlama içgüdüsü. Bunlar herkes tarafından kabul görmüş içgüdüler. İnsanların (hatta çoğu canlının) evrimsel süreçte hayatta kalıp türünü devam ettirmesi için zamanla oluşmuş doğal dürtüler. Peki diyelim ki bu içgüdülerin hepsini tatmin edebiliyoruz. Sırada ne geliyor?
Çoğu insan bilmez ama insan beyni inanmak için evrimleşmiştir. Bazı kaynaklar tek bir bölgeden, bazı kaynaklar birden fazla beyin bölgesinin ortak çalışmasından bahseder, ancak tüm kaynaklar o ya da bu şekilde inanç sisteminin beyinde hardwired biçimde bulunduğu konusunda hemfikirdirler. Beynin bazı bölgeleri uyarıldığında, tanrıyla iletişim kurma hissi uyanmaktadır ve insanlar spiritüel moda geçmektedirler. Bazen halüsinatif maddelerle, bazen manyetik alan ile, bazen ise infrasound (20Hz’in altındaki ses frekansları) ile beyin, tanrısal duygulara ya da halüsinasyonlara (akademik paper’ı) yol açacak biçimde uyarılabilir. Bazı durumlarda bu durumun nedeni tamamen fiziksel olarak basitçe açıklanabilir. Ancak fiziksel nedenlerle açıklayamadığımız durumlarda, akıldan şu soru asla çıkmıyor: Neden?
Neden insanda böyle bir durum söz konusu? Neden tanrıya ya da herhangi bir doğaüstü güce inanma içgüdüsü hissediyoruz? İnsan evriminin hangi noktasında bizi diğer türlerden ayıran bu özelliği kazandık? Bilimin gözlemlediği ancak nedenini açıklayamadığı altıncı hissin sırrı burada mı gizli?
Bu sorunun cevabını kimse tam olarak bilmiyor. Muhtemelen uzay/zamanın ve hayatın sırrı ile birlikte, quantum fiziğinin de gizemi biraz çözülünce, tam olarak anlaşılabilir. Ancak yine de, şu anda elimizde olan ile tümdengelim yapabiliriz. Oldukça karmaşık canlılarız ve neden/sonuç ilişkisi kurabilen bir beynimiz var. O kadar karmaşık bir bilincimiz var ki, psikoloji/psikiyatri/nöroloji gibi bilimler sürekli bizi (ve kendini) daha iyi anlamaya çalışırken yeni birşeyler buluyor. Akıl sağlığımızın yerinde olması ya da bozulması gibi durumlar söz konusu. İnsan, kendi varoluş nedenini bile sorgulayacak, bir anlamda self-aware bir yapıya sahip. Hep neden sorusunu soruyor. Tarihte hayatın kendisine dair bir sürü soru soruldu: ne zaman? nerede? kim? nasıl? Bunların hepsine az çok cevap veriliyor. 13 milyar yıl, boşluk, tanrı, büyük patlama ya da yaratılış. Doğru ya da yanlış, insanlar bu soruların cevabını veriyor, vermek için uğraşıyor. Ama neden sorusunu çok az kişi soruyor. Hepsinin özünde, hepsinin cevabını içeren the master answer diyebileceğimiz cevabın sorusu bu. Henüz cevaplayabileceğimizi sanmıyorum. Ancak bir şeyler olmak zorunda. Göremediğimiz birşeyler. Dini inancı olan biri değilim, ancak tanrı olmasa da henüz göremediğimiz bir şeyler olmak zorunda. Fizik kuralları, evrim, yeterince zaman verildiğinde söz konusu koşullarda kültür oluşması gibi zaten bilinen gerçeklerin ötesinde birşeyden bahsediyorum. Belki tüm evrenin kendisi, herşeyin henüz açıklanamayan biçimde bağlı oluşu, üst üste keşfedilen bilim dünyasını şok eden gerçekler, ve doğadaki en temel dört kuvvetin de atomaltı parçacıklar tarafından taşınması. Bütün sorulara cevap aradıkça, cevap yerine daha da fazla soru ile karşılaşıyoruz. Arada henüz gözlemleyemediğimiz bir bağ olma ihtimali akla mantıklı geliyor. Bütün bu soru/cevap bulutunu tarttığımızda ise elle tutulur iki seçenek olduğunu düşünüyorum.
Birinci seçenek: evrimsel olarak, delirmememiz için inanıyoruz. Bir şeylere inanmaya ihtiyacımız var ve evrimsel olarak insan beyni inanacak biçimde gelişti. Hep birşeylere tutunmaya çalıştı. İnancı olmayanlar (tekrar ediyorum, genel bir inanma konseptinden bahsediyorum, tanrı inancı değil) zamanla delirdi, tutunamadılar, hayata yenik düştüler ve inananların yanında soyları tükendi. Zamanla bu inanç boşluğunu din doldurdu ve insan ile din barış içinde (dinin günümüzde manipulasyon aracı haline gelmesinden bahsetmiyorum, daha eskilerden bahsediyorum) birbirini destekleyen bir ikili oldu. İnsan ise düşünce sisteminin temel yapıtaşı olan sorgulamayı, analitik düşünmeyi ve mantığı, söz konusu kendi varoluşu olduğunda rafa kaldırdı. Evrimsel olarak bazı şeyleri, kendi iyiliği açısından sorgulamamayı öğrendi.
İkinci seçenek: bir şeyler gerçekten var. İnanarak birşeyleri değiştirme gücü her zaman vardı, ancak günümüz pozitif bilimi, bu durumu henüz açıklayacak bir teori üretemediğinden bunu köreltti. Belki içimizdeki inanma/bağlanma gücü ve getirdikleri istatistiklerle açıklanamayacak olaylar arasında gerçekten bir bağ var ve bilim bunu henüz çözemiyor. Tanrı kavramını mantıklı bulmuyorum (inanmıyorum, ancak teoriye bakarsak agnostiğim, çünkü tanrı, tanımına göre, eğer varsa kendini tamamen gizleyip, beni kendisine inanmayacak biçimde yaratmış olabilir), tamamen bilimsel bir insan olarak söylüyorum bunu. Daha kendi yaşadığımız evren hakkında hiçbir şey bilmiyorken, quantum fiziğini yeni yeni keşfediyorken, insanların açıklanamayan, nedensellik ilkesini alt üst eden olaylar oluyorken, böyle bir seçeneği tamamen kestirip atmak bana çok saçma geliyor.
Her ne kadar bir yandan da dini/spiritüel olaylara inanmasam da, ikinci seçenek bana daha mantıklı geliyor. Birinci seçenekteki duruma gelene kadar, bir sürü başka daha basit çözüm olabilirdi. İnsan beyni milyonlarca farklı biçimde gelişebilirdi ve depresyon gibi bir duygu olmazdı. Sorgulama sonucunda delirme ve bunun sonucundaki boşluk hissi ve tutunamama kavramı olmazdı, insanlar sorgulayıp, cevap veremese de hayatlarına devam edebilirlerdi. İnsan vücudunda bulunan herşeyin var olmasının bir nedeni var, ya da en azından bir zamanlar nedeni varmış. Şu anda insan beyninin inanabilme gücü, deneyler ile varlığı fark edilebilen diğer yetenekler ile birleşince insan beyninin/vücudunun gerçek gücünü henüz bilmiyor olduğumuz fikri ağır basıyor. Kendimi sorguluyorum. İçimde inanma hissi var. Ve çoğu insanın aksine, bunu insan yapımı bir tanrı ile doldurmuyorum. Ancak o zaman gerçeğin peşinden gidebiliyorum.
Sonuç olarak, kanımca inanma içgüdüsünün varoluş nedeni, gerçekten inanmamız gereken bir şeyin orada olduğudur. Bu tanrı değildir. Belki de insanın kendisidir, belki de biz, hepimiz, tüm evren, tanrının kendisiyizdir ve buna inanmak bizi diğer varlıklara bağlamaktadır. Belki de bu yüzden doğadayken insan daha gerçeğe bağlı hissetmektedir, adını koyamadığı stresten uzaklaşmaktadır. Belki bu yüzden insanlar odaklanabildikçe o ya da bu şekilde geleceği görüp (hayır Forer etkisinden bahsetmiyorum. Söz konusu bahsettiğim, genel kanılar ile ve istatistiksel olarak açıklanamayacak olaylar) bazı durumları önceden sezebilmektedirler. Bilmediğimiz çok şey var, ve sorgulamaya devam etmek gerekli. İnsanın bu kadar temelindeki böyle güçlü bir içgüdüyü, insan yapımı bir tanrı ile doldurmak, bir yarayı iyileştirmek yerine üzerini geçici olarak kapamaktan farksızdır. Sanırım artık, herşeyin özüne inip gerçeği bulmak gerekiyor. Çünkü daha bilmediğimiz çok şey var, ve gerçeği çoğu insan yanlış yerlerde arıyor.