Uçuş Modunun Hafifliği

Sosyal Medya’da yoğun bir haftaiçi sabahı. Facebook’tan bildirimler geliyor, Twitter’dan mention’lar, Instagram’da takipçiler, Snapchat’te her boku screenshot alanlar… Bunların arasında sen WhatsApp, iMessage, Telegram ya da SMS ile (2015 yılında kullanan var mı bunu hala?) birinden önemli bir mesaj bekliyorsun. Sürekli bir yerlerden birileri, bir şeyler geliyor. Her gelen bildirim, ‘acaba o mu?’ diye sorduruyor (belli app’lerin/kişilerin bildirimleri açılıp kapatılabiliyor diyecek arkadaşlar, evet tabii ki en az sizin kadar ben de biliyorum, ama genel durumdan bahsediyorum şu an), telefonun ekranına bir heyecanla bakıyorsun, yalnızca hemcinsinin, karşı cinsi etkilemek için koyduğun bir video’da seni troll’lediğinin bildirimini görmek için. Eline almışken telefonu, snap’lere bakayım diyorsun, karşı cinsinin story’sinde sevmediğin bir hemcinsi görüyorsun, Facebook’a bakıyorsun ‘çok güzel’ fotoğrafına yalnızca dokuz like gelmiş. O an Twitter’da yazdığın bir şeye DM geliyor bir bakmışın biri laf sokmaya çalışmış kendi çapında.

Bu dijital yağmurun altında ıslanırken aklına bir şey geliyor. Bırakıyorsun her şeyi. Telefonunun uçuş modunu açıyorsun.

O butona basmanın verdiği huzur, tüm dünyadan kaçıp kendini bir odaya kitleyip kulaklarını kapamanın modern dünyadaki karşılığı (‘do not disturb’ modu yeterli olmuyor kanımca, tamamen fiziksel bağlantıyı kesmek daha etkili). Tüm dünya ile ilişkini kesiyorsun. Artık ne Facebook bildirimleri kafanı karıştırabilir, ne de beklediğin o mesaj sana ulaşabilir. Sen isteyene kadar, kimse, hiçbir şekilde sana ulaşamaz. Bir anda tüm yükler üzerinden kalkıyor. Dünya, diğer insanlar, umrunda bile olmuyor. Yalnızsın, kimse de seni etkileyecek bir şey yapabilecek güce sahip değil. Üstelik yalnızca bir buton ile. Sosyal medyanın içine gömüldüğümüz şu günlerde, bazılarımız arada bunu yapma ihtiyacının farkında bile değil. Ben ise artık her gün, kendimle baş başa kaldığım ‘uçuş modu saatleri’ yaptım kendime. Gece yatarken telefonumu default bu modda tuttuğumu söylemiyorum bile (server’larından sorumlu olduğum app’ler ile ilgili kritik bir durum olması hariç). Yalnız kalmak istiyorsam, kimse bu yalnızlığımı bozamıyor. Gözlerimi kapıyorum ve istediğim mesajın geldiğini hayal ediyorum. Ben oradayken, o mesaj gelmiş mi diye uçuş modundan çıkana kadar, o mesaj hem gelmiş, hem de gelmemiş oluyor. Sağ olsun, bu konuda Schrödinger üstadımızın zavallı kedisiyle yaptığı deneyi de -ki bu deneyi gerçekten kediyle falan yapmamıştır, Schrödinger’s Cat, yalnızca bir düşünce deneyidir- bu konuya bakışımızı netleştiriyor. İstediğime inanabilirim, hiçbir şey ben o moddan çıkana kadar bana hayatımı değiştirip yüzümü güldürecek o mesajın gelmediğini kanıtlayamaz. Sonsuza kadar hayal kurabilirim, ve hepimizin bazen bunu, ne kadar büyürsek büyüyelim yapması lazım. Tüm stresten, günlük işlerden uzaklaşıp, bir yere uzanıp gözlerimizi kapayıp, güzel hayaller kurmak lazım. Bir tek o zaman en derinde ne istediğimizi anlamaya biraz olsun yaklaşabiliriz. Bir tek o zaman ‘saçmalayabiliriz’ ve ‘gerçek biz’ olabiliriz. Bir tek o zaman tüm dünyayı değiştirme hayallerimize yeniden yaklaşabiliriz. Ne kadar klişe olursa olsun, şu mükemmel olduğuna inandığım, Steve Jobs’ın da zamanında sık sık kullanmış (hayır, o yazmadı) olduğu sözle bu yazıyı bitirmeden edemeyeceğim:

Here’s to the crazy ones. The rebels. The troublemakers. The ones who see things differently. While some may see them as the crazy ones, we see genius. Because the people who are crazy enough to think they can change the world, are the ones who do.

Rob Siltanen

Bugün, yalnızca boş bir zamanında, on beş dakika bile olsa, telefonunu uçuş moduna al, bir yere koy, ve gözlerini kapa. Olmak istediğin yeri hayal et. Tekrar özgür olduğunu hisset, hiçbir şeyin sana zarar vermesine izin verme.

Herkes Mutsuz

Sabah oluyor. Saat yedi, bilemedin sekiz. Alarm çalıyor. Oysa ki ben az önce uyumuştum daha. Kalkıp hızlıca duş alıyorum, hazırlanıyorum. Beni dış görünüşüme göre yargılayacak insanları en çok etkileyebileceğim, en rahatsız, en şık kıyafetimi hızlıca üzerime geçirip, günümün en az bir saatini geçireceğim yola koyuluyorum. Ofisteyim. Bana yapmam söylenen şeyleri yapıyorum, adeta bir robotum. Eğer birazcık şanslıysam, tamamen kendi çıkarları doğrultusunda, iş gücümü artırmak için yalandan beni motive eden bir patron, eğer şanssızsam, muhtemelen bir sürü emir, komuta zinciri arasında sıkışıp boğulmaca. Tıpkı geçmişte kendime verilen, çok büyük bir kısmı hayatta hiç işime yaramayacak bir sürü ödevi yaptığım eğitim/öğretim hayatım gibi. Adeta bu günlerde, köle olmaya hazırlanıyormuşum aslında. Akşamüstü, bütün gün yalnızca posası kalmış bir portakala döndükten sonra 17:00-18:00 arası özenle seçilmiş bir zamanda İstanbul trafiğinin bir parçası olmak için yola çıkıyorum. Neyse ki yalnız değilim, benim gibi halinden mutsuz, ya da halinin bile farkında olmayan bir kaç milyon robotla aynı kaderi paylaşıyorum. Akşam eve geliyorum, yorgunluktan biraz halim varsa, beynimi uyuşturmak için tasarlanmış, milletin birbirini sevip öldürmesinden başka bir plot’ı olmayan bitmek bilmeyen dizileri izliyorum. Hem izlemezsem insanlarla ne konuşacağım daha sonra? Evin içinde bir yerlerde, bir şekillerde, uyuyakalıyorum. Döngü devam ediyor…

Haftasonu? Bana haftasonu demeyin. Ulan sen beş gün bu işkenceyi çekip adına hayat diyorsan, iki günün güzel geçse ne olur? Peki bütün bu işkence neden? Üç kuruş para kazanmak için. ‘Ama hayır ben 5000TL net alıyorum’ demeden önce sen, altında çalıştığın insanlar senden çok daha fazla alıyor, hak ettiğinden çok daha azını alıyorsun ki sen hala orada çalışabiliyorsun be güzelim. Sanıyor musun ki hakkını aldığını? ‘E ama millet asgari ücretle sürünürken 5000TL iyi para’ diyen arkadaş, sana cevabım daha basit: kötünün kötüsünü örnek göstermek, kötünün iyisini yüceltmez. Eğer üçkağıtla bir yere gelmiş bir patron, ya da arada bir topun peşinde çimde koşup bunu marifet sanan on bir kişiden biri, ya da bir adet göt kılı değilsen almıyorsun hak ettiğini falan. Öyle isen zaten burada ne işin var, git ‘hak ettiğin’ paranla aldığın overpriced arabanda, kendin gibi sahte insanları etkileyecek yemeklere git. Onu da geçtim, az ya da çok olsun, parayı neden kazanıyorsun? Biriktirip turşu yapmak içinse kolay gelsin, para amacın olmuş senin. Yaşamak için kazanıyorsun. Peki bu şehirde o kadarcık parayla yaşanır mı? Eve 1 kilogram et almayı, kırk yılın başı dışarı çıkıp içebilmeyi, bozulan psikolojini toparlayacaksın diye psikiyatriste ya da uyuşturucuya harcadığın paradan azıcık biriktirip cebine atabilmeyi yaşamak sanıyorsan bravo sana, çok güzel yaşıyorsun.

Para peşinde koşuyorsun, mutsuzsun. Gösteriş peşindesin, insanları etkileme derdindesin, ama bu senin suçun değil, hepsi yalnızca kendilerini sahte oyunlarla etkileyenlerden etkilenmeye programlanmış, sen de oyununu oynuyorsun. Parayı buldun, o zorlu yolculuk bitti diyelim. Hayatın gerçek yüzünü görmeye hazır mısın? Sadece o paran için senin yüzüne gülen sahte insanlar mı diyelim, yoksa o parayla ne yaparsan yap içindeki boşluğu asla kapatamayacak olacağın gerçeğiyle yüzleşmen mi? Belki de hayata bakışını tamamen değiştirme zamanın gelmiştir, ne dersin? Belki de parayı, insanları etkilemeyi amacın olmaktan çıkarıp, dünyaya dönme zamanın gelmiştir. Belki de nefes alıp para kazanmayı hayat sanmaktan vazgeçip, hayatın gerçek anlamını bulman gerekiyordur artık.

Herkes yapıyor diye birşey yapmaktan vazgeç. Kendine yeni bir hobi edin, yeni insanlarla tanış. İş dünyasından tamamen uzaklaş. Para olmasın işin içinde. ‘Aa ne güzel fikir, ben de bunu yapacağım kafama koydum’ diyorsun değil mi? Acaba aynı lafı kaç yıldır kendine söyleyip duruyorsun? Ayna karşısında bunu kendine söylediğinde, birazcık samimi bile buluyor musun? ‘Ama zamanım yok şu sıra’ derken ise, ‘siktir ordan’ dememe gerek yok sanırım, aynada kendine de aynısını söyleyebileceğini biliyorsun. Bırak artık bu hayatı. Hayata dön. Planları yapmaya başla. Nasıl olsa yapamayacaksın. Ne yazsam bir şey değişmeyecek. Yine monoton, robotlaşmış hayatına devam edeceksin bu yazı olmamış gibi. Hadi monoton, robotlaşmış hayatına devam et şimdi.

Yeniden, Hello World

Uzun süredir yazmıyordum, evet.

Çeşitli sebepleri var. Öncelikle, ihtiyacım yoktu. Zombileşmiş, monotonlaşmış bir hayat sürüyordum. Bundan memnun değildim, ama bir süredir öyle olması gerekiyordu. Bu yaza kadar. Bir şeyler yeniden değişmeye başladı bu yaz. Anlatamayacağım, biraz anlasam da buraya yazmamın doğru olmayacağı şeyler. Neyse, önemli olan, tekrar kendim olmaya başladım. Tekrar hissedebilmeye başladım. İnsanları gerçekten insan yerine koymaya başladım. Biraz acı koydu öyle olunca. Yeni insanlarla tanıştım, hayatım değişti. Ya da değişmedi, hayatım zaten sanki yıllardır ‘frozen mode’ halindeydi. Bir şey buzları eritti. İçimdeki bağırma isteği, yaşama isteği, bir şeyler yapma isteği geri geldi.

Keşke her şey bu kadar kolay olsaydı. Keşke ayağa kalkıp yürümek kadar kolay olsaydı herşey. Değil. Bir şeylerin eksik olduğunu hatırladım. Öyle bir boşluk ki, ne koyarsan koy, dolmuyor. Ev, iş, aile, para, arkadaşlar… hiçbir şey onu kapatamıyor işte. Bu yüzden yeniden ‘hello world’ diyorum dünyaya.

Tekrar hoşgeldim.