Hayat gerçekten tuhaf.
Asıl tuhaf olan ise, yukarıdaki cümleyi ne zaman söylesem daha da tuhaf oluyor. Pozitif geribesleme döngüsü gibi. Peki neyiz biz? Tüm insanlar olarak neyiz? Sevgili okuyucu, bu soruyu kendine sormalısın belki de: nesin sen?
“İnsan” diye cevap vermek basite kaçmak olur. Haydi somut objelerle değil, sıfatlarla kendini tanımla bu defa. Mutlu? Sevimli? Eğlenceli? Heyecanlı? Hiperaktif? Cesur? Sorumlu? Sorunlu? Korkak? Alıngan? Depresif? Bu liste böyle uzar gider. İnsanın kendine tanım koyması, kendini anlaması hep zor olmuştur. Haklıyızdır da aslında, hiçbir zaman tam olarak %100 tek bir sıfat olamayız. Biz; iyi, kötü, doğru, yanlış olsun, her şeyin belirli oranlarda karışımıyız.
Her ne kadar herkesin farklı özellikleri ve yanları olsa da, insanları temelden etkileyen ve değiştiren özelliklere sahibiz, ve bu özellikler genelde öyle ya da böyledir. Bize çocukluğumuzdan beri söylenenlerin kölesiyizdir, sorgulamayız, yargılamayız, çoğu şeyi kabul ederiz. En büyük hata da zaten buradan başlar. Bize çocukluğumuzdan beri “doğru” öğretilmiştir, bunun peşinden gideriz. Bilincimiz farkına bile varmadan, çocuklukta en derinlerimize kazınan temelin üzerine bir hayat kurarız. Peki ya her şey temelinde yanlışsa?
Peki; başa dönelim: nesin sen?
Hayatı sorguluyorsun, ancak bir sonuca varamıyorsun. Herkesin, tarih boyunca, farklı bir sonuca vardığını görüyorsun ve bu sana bir şey ifade etmiyor. O anda kendine en yakın gördüğün sonucu seçip onu doğru olarak kabul ediyor, körü körüne savunuyorsun. Savunduğun düşüncenle örtüşen bu fikir aslında çocuk yaşta ailenden, evinden, çevrendekilerden, belki de daha bir kaç günlükken etkilendiğin, ve her şeyin en temeline yazılan bir olaydan etkilendiğinden dolayı sana mantıklı geliyor.
Zaman geçiyor, herkes değişiyor, sen de değişiyorsun. Dışarıdan değişsen de özünde aynısın aslında. En temelindekini değiştiremiyorsun, çünkü o kadar derindeki en ufak bir değişiklik yukarı, kelebek etkisi gibi çok daha sarsıcı bir etki yaratabiliyor. Hayatındaki her şey basit bir düzene oturduğunda onu bozmak istemiyorsun, korkuyorsun. Basit hayatın monotonluğu çekici geliyor, her şey geçiyor, ve bunu fark etmen zaman alıyor. Fark ettiğinde ise gücün kalmamış oluyor.
Değiştin. Büyüdün sen. Gördün, öğrendin. Artık ne istediğini biliyorsun. Büyümek değil, çocuk kalabilmek istiyorsun. Zengin olmak değil, parayı sevdiklerine harcamak istiyorsun. Aptal oyunları değil, gerçek ilişkileri istiyorsun. Basit, yüzeysel hayattan sıkılıyorsun, cinsel anlamdaki abazalık dönemini geride bırakıp yeterince şey yaşadıktan sonra, geçici, fiziksel ilişkiler senin için hiçbir şey ifade etmiyor. Sonra hayatına giren insanların hatalarının cezasını çekiyorsun. En güvenmen gereken insanlara bile güvenememeye başlıyorsun. Yalnızlığı tadıyorsun.
Sadece hayatı, birlikte yaşamaya değecek biriyle yaşamak istiyorsun.
Gerçek güzelliğin, karmaşıklıkta değil, bütün karmaşıklığı geçtikten sonraki basitlikte, sadelikte, gerçeklikte olduğunu anlıyorsun. Onu aramaya koyuluyorsun. İş, para, arkadaşlar, aile gibi normalde önemli olan kavramlar çok bir şey ifade etmemeye başlıyor. İçinde, seni sen yapana gitmek istiyorsun. Spiritüel oluyorsun, inançlarını sorguluyorsun. Ruhunun yaşlandığını hissediyorsun. Yaşından bağımsız olarak çocuk kalmak istiyorsun. Çünkü en derindeki istediklerin, seni gerçekten en saf şekilde mutlu eden, o adını koyamadığın şeyin, en derinde, çocukluğunda olduğunu biliyorsun. Eğer o çocuğun iplerini bırakırsan, ölmesine izin verirsen, belki de bir daha asla seni mutlu edeni bulamayacağını biliyorsun. Hayatın anahtarı orada gizli, ve işte onu bulmak için, şimdi herşeyi bırakıyorsun.
Derin bir nefes alıyorsun, Gökyüzüne bakıyorsun. Yıldızlara, çok uzaklara bakıyorsun. Her şeyin başladığı yere gidiyorsun. Anlamaya çalışıyorsun. Hep istediğin de bu değil miydi zaten? Ama olmuyor. Hep bir noktada, o “neden?” sorusunda tıkanıyorsun. Sabaha kadar düşünüyorsun. Günün ışıkları bir kez daha yıldızları bir süreliğini senden alıyor. Uyuyorsun, uyanıyorsun. Bu döngü devam ediyor.
Şehirdesin tekrar, eninde sonunda normal hayatına dönmen gerekiyor. Otobüslerin, metroların, sönmek bilmeyen şehir ışıklarının, uyarmak için tasarlanmış reklamların, işin arasında bir kez daha kendini kaybediyorsun. Tipine bakıyorsun aynada, iyisin bayağı. Karizmatiksin. DNA’nın %86’sı o konuşmayı bile beceremeyen şempanzeyle aynıyken havan kime acaba? Biraz cebine para girdi, seni o paraya muhtaç edenlere harcayabilmen için, çok sevindin. Bir kaç yüz metre ötedeki mahalledeki çocuk, ailesinin parası olmadığı için hastalıktan ölürken neyine seviniyorsun? Güzel bir hayatın var, sevmediğin şeylerden uzak kalabiliyorsun. En sonunda, hepimizin, ama hepimizin, istisnasız gideceği yer aynı değil mi? Neyine güveniyorsun? Günlük hayatın koşuşturması içinde, oradan uyarılırken, buradan sarhoş olurken, sürekli bir şeylerle boş zamanını doldurduğunu, anlamlı bir şey yaptığını sanarken, hiç ölmeyeceğini sanıyorsun, her şey sonsuza kadar devam edecek sanıyorsun.
Sonra yatağına yatıyorsun. Günün yorgunluğu arasında uykuya dalarken bir şeyler seni dürtüyor, bir şeylerin çok temelden değişmesi gerektiğini hissediyorsun. Yapayalnız kaldığında, seni ölümsüz hissettirecek, zamanı durdurabilen biri de yoksa hatırlıyorsun ne olduğunu. Anlıyorsun saçmalığı. Derinlere dalıyorsun, yine uyuyorsun. Sabah alarm çalıyor. Bu döngü devam ediyor.
Birileri hayatından çıkıyor, hayatın değişiyor. Aynı anda birileri hayatına giriyor, yine hayatın değişiyor. Kalıcı olarak. İşin gücün yokmuş gibi bütün tesadüfleri sorguluyorsun. Tüm probabilistik modelleri kafanda hesaplıyorsun, istatistiksel olarak bütün yaşadıklarının olma ihtimalini hesaplıyorsun. Tesadüf olmak için fazla imkansızlar. Ama gerçek bu. Kaderi, uzay/zamanın gizemini sorguluyorsun tekrar. Acaba başka birileri var mıdır orada? Bir şey oluyor, hayatın değişiyor. Bir şey daha oluyor, yine değişiyor. Hayat ne ki sonuçta? Sen kimsin ki? Ya da daha doğru sormak gerekirse: kim olduğunun, gerçekten önemi var mı şu koca evrende? Tüm dünya olarak bağırsak da sesimizi kim duyar ki? Belki birileri duyar. Ama biz hep beraber ütopya kurabilecekken, bilim ve sevgi ile bu dünyayı daha yaşanılabilir hale getirmek yerine, petrol için birbirimizle savaşmayı daha uygun buluyoruz.
Belki bu sonsuz döngüye devam ediyorsun, belki de bir çıkış arıyorsun. Aynı tempoda yerinde saymaya devam ise sorun yok, tam gaz devam. Bir de üzerine antidepresan, sigara, alkol eklersek, arada da uyuşturucu falan yaparsan, gidersin böyle sevgili okuyucu. Monoton hayatın bir süre daha gider. En temeldeki çatlağı görmezden gelirsin. O çatlak, kırığa dönüşüp tüm hayatını bir anda yıkana kadar devam edersin sorunsuz. Eğer bir şeyleri değiştirmeyi seçenlerdensen, seni zor günler bekliyor. Çünkü yalnızlığı tadacaksın. Herkesin monotonluğu seçtiği şu şehirde değişmek zor gibi, tek başına kalıyorsun. Bağırsan da seni duyan olmuyor, çünkü dinleyen yok. Herkes kulaklığını takmış yürüyor. Tek tük birileri duysa da, konuştuğun o azınlık dilini anlamıyor. Asla çıkamayacağım diyorsun bu parmaklıkların ardından. Geleceği düşünüyorsun. Korkuyorsun. Kendini dışa vurmaya başlıyorsun. Daha önce denemediğin şeyler deniyorsun. Senin gibi kendini dışa vuran insanlarla tanışıyorsun. Geçmişteki hayatına bakıyorsun. O hayat çok boş geliyor. Gelecek istiyorsun. Belki de tek istediğin bu. Her şeyin yoluna girdiğini görebilmek istiyorsun. En azından kendin için. Bencilsin çünkü. Doğanda bu var. Evrimsel açıdan bencil olanın kazandığını görebilmek zor değil. Bencilsin, korkaksın, iyisin, sorguluyorsun, aynı zamanda kaçıyorsun. İkilemlerdesin. Sana özel değil, doğanda bu var. En temelde değiştiremeyeceğin tek şey. Beyninin tüm yazılımı bunun üzerinde çalışıyor. Belki de uzun vadede en iyisi böyle olmak. Acaba bir gün bitecek mi diye sorguluyorsun.
Soruyorsun, cevap alamıyorsun. İnsansın, her şeyi bilemezsin. Yaşıyorsun. İstiyorsun. Savaşıyorsun. Saklanıyorsun. Kaçamayacağını biliyorsun. Sonra yine bir olay oluyor, ve hayatını değiştiriyor… Ve döngü devam ediyor.
Hayat gerçekten tuhaf.
Sen busun işte.