Bir şeyin bitmesi. Bir ilişki, ya da bir tatil. Ya da hayatımızda adı konulabilir bir dönem. Bir insanın hayatı, belki de bir şirketin ya da organizasyonun hayatı. Herhangi bir olgunun sonunun gelmesi, ve çok önemi olmayan bir olgu bile olsa, bir daha onun var olmayacağını bilmek. Tuhaf bir duygu.
“Bu tatil bitmesin”. “Bu konser bitmesin.” “Bu ilişki bitmesin.” “Bu ortamı kaybetmeyeyim.” “Arkadaşlarım gitmesin.”
Son’lar neden bizi rahatsız ediyor? Neden her şeyin kalıcı olmasını, hep devam etmesini istiyoruz? Neden, bizim için aslında hiçbir önemi olmayan şeyler bile, eğer bitiyorsa ve bir daha olmayacaksa, bir anda önem kazanıyor? Kimi insan bunu hiç düşünmez, ancak son zamanlarda sürekli bu soruyu kendime sorup dururken buluyorum. Olaylar, şeyler, anılar ve insanlar içimizde kontrolümüz dışında, kendi hayatımızdaki yerlerini buluyorlar. Yerlerini bulmaktan da öteye gidiyorlar, hayatımızdaki diğer her şeyle ilişki kuruyorlar. İnsan ilişkisi gibi değil. Daha çok, düşüncelerimizin, birbirini hatırlattığı türden bir ilişki. Bir görüntünün bir yeri, bir sesin bir duyguyu, bir kokunun bir insanı hatırlatması gibi. Yeni bir yerlerdeyken, yeni insanları tanırken, yeni bir şey denerken, aslında kafamızda farklı bir yere giriyoruz. Mental olarak daha önce var olmadığımız bir yerdeyiz. Değişik geliyor. Etraftaki her etkenden çok fazla etkileniyoruz, sürekli bir şeyleri kaydediyoruz.
Zekiyiz, daha sonra hayatımızdaki diğer olayların ve kişilerin, geçmişimizi bize hatırlatacağını biliyoruz. Bu yüzden bir şeylerin sonunun gelmesi, bir daha olmayacağı, aslında farklı bir düşünceye girmemize neden oluyor: insanın her şeye alıştığını (kabullendiğini, hep öyle devam edebileceğini demiyorum), beyninde o olguya (bir olay, kişi, yer ya da herhangi bir şey) bir yer ayırdığını biliyoruz, hatta eğer bu güzel bir şeyse çok kolay alışıyoruz, ve daha sonra hayatımızdaki diğer olayların da bunları hatırlatacağını biliyoruz. Buna engel olmaya çalışıyoruz. Ulaşılmaz olanın çekiciliği de bu yüzden. Şöyle düşünün: eğer o ulaşılmaz olan şeyin varlığını bile bilmeseydiniz, yokluğu ya da kaybetme korkusu gerçekten sizi rahatsız eder miydi? Tabii ki de hayır. Ancak bir şey var ise, ona kolayca alışıyoruz. Hayatımızdaki diğer konularla ilişkilendiriyoruz. Ve canlılar, hep sahip olmaya, kaybetmemeye programlanmış. Evrimsel olarak bunun nedenini görmek zor değil: tarih boyunca ulaşılabilirlik açısından kısıtlı kaynaklar, kaynaklara en çok sahip çıkabilenin hayatta kalıp diğerlerinin hayatını sürdüremeyeceği biçimde rol oynamış. Bu yüzden de kaynaklara sahip çıkabilenlerin genetik kodu nesilden nesile gelişerek aktarılmış.
Kaybetmemek istiyoruz. Bir şeyi kaybetmek, bizi en derinden karşı koymamız için tetikliyor. Bu tamamen doğal bir geribesleme. Değiştiremeyiz. Yapabileceğimiz en doğru şey, kaybetmemenin, ya da en azından o şeyi istersek geri kazanabileceğimizi bilmenin yollarına bakmak. Bu durumda rahatlıyoruz. “Tamam şimdi buradan gidiyorum ama tekrar geleceğim” diyebilmek bizi rahatlatıyor. Çünkü o zaman kaybetmediğimizi biliyoruz. O olguya bir noktada tekrar sahip olabileceğimizi biliyoruz. Acıkıyoruz, ancak şu an olmasa bile açlıktan ölmeden önce tekrar yiyebileceğimizi biliyoruz, ve bu bize huzur seviyor. Savaşma, sürekli tehlikelere karşı uyanık olup gerek fiziksel gerek mental anlamda yorulma güdümüzü durduruyor. Daha sağlıklı düşünebiliyoruz.
Bizi asıl rahatsız eden şey, aslında bir şeyin bitmesi değil, bir daha var olmayacağı düşüncesi. Eğer sonu olan olayların, bir gün tekrar devam edeceğini bilirsek, hayatımıza daha sağlıklı devam edebiliriz. Bazen ise bir sonun geldiğini sanarız, korkarız, üzülürüz, umutsuzluğa kapılırız. Ancak aslında o bir son değildir, ve en güzeli ise, onun son olduğunu sanmamızdır. Çünkü ancak her şeyden vazgeçtikten sonra, bir şeyin değerini anlarız. Ve ancak gerçekten değerini anladıktan sonra, kaybedilen bir şeyleri yeniden kazanmak, bizi yeniden hayata bağlar.
Son sandığımız tüm Son’lara gelsin.