Sonsuzluk

Çocukken hep yukarı, gökyüzünün derinliklerine bakardım. Öylece, bomboş. O boşluk, aslında en derindeki, herşeyden ve herkesden sakladığım duyguları uyandıran şeydi. Öylece dakikalarca, saatlerce bakardım bazen. Neye bakıyordum?

O anda bulunduğum noktadan, gözlerimle baktığım doğrultuda dümdüz bir çizgi çekersem, acaba nereye gidecekti? Bir şeylere vuracak mıydı? Milyonlarca ışık yılı uzakta başka bir galaksideki bir sezyum atomuna mı çarpacaktı? Bir karadeliğin uzay zamanı bükmesiyle etki alanına girip event horizon‘ını geçip henüz sırrını açıklayamayıp fiziksel anlamda singularity denilen yere mi gidecekti? Henüz anlaması çok zor olan bir konseptle, bir şekilde arkadan, sanki bir kürenin yüzeyinde ilerliyormuş gibi başladığı noktaya mı dönecekti? Yoksa, en tuhafı, öylece gitmeye devam mı edecekti? Öylece, dakikalarca, günlerce, yıllarca, milyarlarca yılca. Buradaki, ne kadar uzun olursa olsun, gitmesi’nin belirli bir süre içinde gerçekleşiyor olması bile, aslında aklımızda görecelilik ile ilgili bambaşka sorular doğuruyor. Örneğin, bu çizgi, ne hızda ilerliyor? Anında mı gidiyor? Anında giderse, zamanda geriye, hatta zamanda eksi sonsuz‘a gideceği için, zaten bir noktaya kadar bir şeye çarpmıyorsa bir daha çarpması mümkün de değil. Anında ne demek? Işık hızını nasıl oldu da geçtik? Kaldı ki, bir şekilde geçtiğimizi kabul etsek bile, uzay ve zaman o zaman bir şey ifade eder mi?

İşte bütün bu sorular ve daha fazlası kafamı kurcalarken, öylesine bakardım ve herşeye bağlı olduğumu hissederdim. Anlatması çok zor, ama tüm evreni bir bütün olarak görüp, herşeyin birbirini etkileyebildiğiyle ilgili bir duygu. Herşey bağlı. İple değil belki, ancak fiziğin temelindeki kuvvetlerle, boşluk sandığımız uzaydaki şey ile.

Bu yazıdaki asıl noktam, matematiksel ya da fiziksel sonsuzluk kavramından çok, onu hissetmek. Sonsuzluğu hissetmek nedir? Mümkün müdür? Tabii ki de burada insan beyni, aksonlar, elektrik akımı, kimyasal reaksiyonlar, ve aslında düşünce denilenin beyinde bunların sonucu oluşan bir durum olduğu gerçeğine karşı bir şey demiyorum, pozitif bilimciyim, hardcore mühendisim 🙂 Ancak, insanın bilincinin gelebileceği, belki de fiziksel sınırımızda olan sonsuzluk duygusundan bahsediyorum. Bu duygu neden var? İnanma içgüdüsü ile ilgisi var mı? Bunu hissettiğimizde neden güçlü ve tanrı gibi, yenilmez hissediyoruz? Yalnızca evrimsel sürecin insan ırkına güçlü olması için bir hediyesi mi? Yoksa arkada daha fazlası mı var? Neden bu duyguyu hissettiğimizde, sonrasında dönemde hayatımızda tuhaf olaylar oluyor (evet, bende kesinlikle oluyor, neredeyse 1.0 korelasyon diyebilirim)?

Doğaya bağlıyken, şehirden uzak, ormanda ağaçların arasındayken, çok daha bağlı ve sonsuz hissedebiliyorum. Şehir ışıklarından uzakta (ki, astrofotoğrafçılık ile de ilgilendiğimden dolayı yazları sık sık şehir ışıklarından uzağa giderim), gözyüzüne baktığımda neden yıldızları gördükçe, anlatamadığım bir güç hissediyorum? Hava bulutluyken, aynı yıldızların orada olduğunu bilsem de, neden aynı gücü o etkide hissedemiyorum? Ben deli miyim? Öyle sanan var, ama öyle olduğumu düşünmüyorum. Sadece, bir insan olarak, kendi iç sesimi sorgulamayı ve anlamaya çalışmayı seviyorum. Anlatamadığım bir biçimde hep doğru yolu o gösteriyor, ancak doğadan ve uzayın sonsuzluğundan uzak olunca gerçekten uzak olduğumu hissediyorum. Hissetmeyi seviyorum.

Bu yazıyı sonuçlandırmayacağım. Sadece kendim de düşünürken düşündürmek istedim. Her ne kadar bir bilgisayar mühendisi de olsam, hayatım API request’ler, DoS saldırıları, UI/UX, SQL query’leri, backend’ler ve frontend’ler ile geçiyor da olsa, sadece o sonsuzluk duygusunu yaşamak için, bazen herşeyden, şehirden, teknolojiden kaçıp, doğada herşeyden uzak, sevdiğim ve yanında iyi hissettiğim insanlarla uzaklara kaçmak istiyorum.

Çok uzağa. Sonsuzluğa.