Sosyal Medya ve Beklentiler

Facebook. Instagram. Twitter. Snapchat. Like’lar, share’lar, repost’lar, retweet’ler, heart’lar, replay’ler. Başta herşey çok güzel geliyor. Günümüzün gelişmiş teknolojisinin, devamlı İnternete bağlı kalabilmenin, cebimizde çift taraflı bir kamera olmasının, dokunmatik ekranların, fotoğraflarımızı anında güzelleştirecek güçte işlemcilerin, GPS’imiz ve WiFi sayesinde dünya üzerindeki yerimizi anında bulup istediğimiz yere check-in olabilmenin, gönderdiğimiz çıplak snap’in birkaç saniye sonra gerçekten yok olacağını sanmamızın rahatlığının getirdiği bir keyif belki de. Vine’ın bitmek bilmeyen loop’larını, Swarm’un bitmeyen sevilmeyen arkadaşın yakında olması check-in’lerini, Tinder’dan tanıştığın insanlarla duygusuz seks yapmanın getirdiklerini ve bilimum sosyal medya platformundaki istenmeyen akraba yorumlarını saymıyorum bile.

Bütün bu güzellikler bedavaya gelmiyor tabii ki. Prizlere, Wifi’a ve power bank’lere bağımlı olmanın, retweet dilenip fotoğraflarımınız kafamızdakinden daha fazla like aldığını görmenin umuduyla yaşadığımız siber dünyanın bize kattıklarından söz ediyorum. Sosyal medyanın genel anlamda insanlığa kattığı pozitif olguların, negatiflerden daha fazla olduğu tartışılmaz. Ancak bazen o çok da sorun olmaması gereken negatif olgular, bizi adeta bir Truva atı gibi içeriden fetheder. Ne mi demek istiyorum? Kullandığımız sosyal medya ortamlarının kölesi oluyoruz. Olduğumuzdan farklı biri oluyoruz, kendimizi dışarı farklı gösteriyoruz. İçimizdeki bastırılmış boşluğu, güvensizliği, asla içinden çıkamadığımız kendimizi beğenmeme psikolojimizi, like dileyen selfie’lerle bastırıyoruz. Ben yapıyorum. Sen de yapıyorsun çok büyük ihtimalle. Neredeyse herkes yapıyor bunu. Sosyal medya ve sosyal medyada popüler olma kavramı, bize insan psikolojisi ile ilgili bir şeyi hatırlattı:

İnsan doyumsuz bir varlıktır.

Daha fazla arkadaş, daha fazla takipçi, daha fazla like, daha fazla herkes tarafından görünme isteği, aslında robotlatmış şehir hayatımızın bizim içimizden alıp götürdüğünün sadece dışa yansıması. Zaten derinlerde bir yerde bozuk olan psikolojimiz, daha fazla like’a sahip fotoğrafı olanın daha üstün, daha fazla retweet’e sahip olanın daha lider olduğu sanrısına kapılmamıza neden oluyor. Çünkü sosyal medyaya hükmeden artık binlere, milyonlara hükmediyor, ve hükmetmek de güç demek. Sayfalarına reklam alarak para kazanıyorlar, gerçek dünyada da popüler konuma geçip istediklerini elde ediyorlar ve hepsinden önemlisi, paylaştıkları kendi doğrularını insanların beğenip paylaşmasının tarif edilemez tatmin duygusunu yaşıyorlar.

Bir de ayakta durmaya çalışanlar var, ki bu grup kullanıcıların yaklaşık %98’ini kapsıyor. Sosyal medyanın süpermodel fenomenlerini görüp onlar gibi olmaya çalışıyorlar, bir umut belki bir gün ünlü olurlar diye ellerinden geleni paylaşıyorlar, egolarını tatmin etmeye çalışıyorlar. Ama olmuyor. O güzel sandığın selfie’in yakın arkadaşların dahil 12 like’ı geçmiyor, komik sandığın video’yu neredeyse kimse izlemiyor. Dinlediğin müzik kimsenin umrunda değil, ve kedine Facebook profili açsan senden daha fazla arkadaşı olur.

Düşündüğümüzde bunların farkında olsak bile, neden hala bunun için savaşıyoruz? Neden kendimizi öne çıkarmaya çalışıyoruz? Neden gerçek olmayan, sokakta gördüğümüzde belki de yüzüne bakmayacağımız sahte arkadaşlıklar arasında kayboluyoruz? Neden, 10 dakika önce tuvalette ağlayan insanların aşırı makyajlı, 122 like alan fotoğrafını gördüğümüzde üzülüyoruz? Çünkü insan görerek, tekrar ederek öğrenir. Bütün gün Facebook’ta, Twitter’da, Instagram’da scroll down yaptıkça, kendimizin, birilerinin bir şekilde öne çıkıp beğenilen gönderilerinin tacizine uğramasına izin veriyoruz. Zaten bu platformların yapısı en temelinde, daha iyi bir deneyim için kullanıcılara daha fazla beğenilenleri göstermesi için tasarlanmış. Kalp, favori, yıldız gibi insanın beynine kolayca kazınacak şekillerdeki ikonların saldırısına uğruyoruz. Her fotoğrafın altındalar, yanlarında sayılar, ekranın her köşesindeler, her yerdeler! İstenen de bu zaten. Sürekli bir şeyleri like’lıyoruz, retweet’liyoruz, paylaşıyoruz. Kendimizden daha aşağılık gördüğümüz insanın fotoğrafını gördükten sonra selfie koyup ondan daha fazla like almayı umuyoruz. Alırsak egomuz tatmin oluyor, alamazsak iyice içimizde daha da çöküyoruz. Ama umrumuz değil, hemen yine bir tane koyarız, herkes bizi görür, ne de olsa biz daha iyiyiz değil mi?

Değil. Gerçekten olmadığından değil, tam olarak böyle düşünüp bu soruyu sorduğun için: değil! Bir insanın ne kadar başarılı olduğuna like’lar karar veremez. Like alınca güzel ya da popüler olmuyorsun. Neden dersen: çünkü o sen değilsin. Senin yarattığın sahte bir imaj. Ayrıca herşey dış güzellik (ki buradaki güzellik sözcüğü illa fiziksel/görsel güzellik değil, bir yazının ya da fikrin dışarıdan başarılı gözükmesini de kapsar) değil. Çoğu insan yüzeyseldir, sadece bakıp geçerler, beğenirlerse basarlar. Az sayıda insan daha derindir, önemli olan onların düşünceleridir, o düşünceler ise bir kalp ikonunun yanındaki sayının bir artmasıyla ölçülebilecek bir kavram değildir. Beklentiler insanı harcar, içten içe mahveder, çünkü gerçekleşmezler. Önemli olan, olayın özünü kavramaktır, beklentileri sıfıra indirmektir. Sen. Sana diyorum. Yazıyı noktalarken,  şu soru sana gelsin: sadece en güçlü yanlarını gösteren, gerçek korkularını saklayan insanlara özenip sosyal medyadan beklenti içine girmenin seni üzmesine bugün de izin verecek misin?