Ve yaşayalım

Eğer ihtiyacımız olanın eninde sonunda gerçekleşeceğini bilseydik, şu an ne kadar daha rahat olurduk…

Klavye. Özlemişim parmaklarımla sana her dokunduğumda sana içimi dökmeyi. Uzun zaman olmuştu. Uyuyordum… ve bir rüya gördüm. Uyanış gibiydi daha çok, ama uyku daha iyiydi sanki. Tüm yalanları ve insanların basitliğini görmek koymuyor değildi. Özellikle de nefret kusacak bir aşağılamadan çok, İnsan’ı yalnızca olduğu gibi, zayıf yanlarıyla görmek.

Her gece belki bir daha uyanmam umuduyla uyuyordu kahramanımız. Onu bir tek en çok canı yananlar anlayabilirdi.

“Gençliğini yaşayamamış, benim gibi, beni anlayan biri. Birlikte yaşayamadığımız gençliğimizi yaşamalıyız. Mutlu değil, mutsuz birini istiyorum. Birlikte geçmişi ve kötü günleri geride bırakıp, mutlu günlere birlikte adım atacağımız.” dedi. Bazen herkes tersini söylese de içindeki en derindeki sesi dinlersin hani. Tüm dünya yapma dese de yaparsın… Bir şey, her ne kadar değilmiş gibi gözükse de doğrunun o olduğunu fısıldar sana.

Sonra rüya biter, ışıklar yanar, izleyiciler bir daha belki de asla oturmayacakları sinema koltuklarından evlerine dağılırlar.

İşte tam da o deneyimin noktalarını birleştirebildiğin anda bir yanım kapanıp herkesten uzak yüzsek doz izolasyon ile korkunun içinden geçmek istiyor. Diğer yanım da rastgele gördüğüm her insanla, yanına gidip sen kimsin diyerek tanışmak istiyor, tıpkı eski İstanbul günlerindeki gibi. Ama kaçtım oradan. Evime dönmem gerekiyordu, İstanbul’un evim olmadığından emindim. İzmir’in evim olduğundan emin değilim. Hani her şey aynıdır ama eşyaların yeri farklıdır ya. Zamanla tüm eşyalar, yerler, insanlar değişir, ve seni evde hissettirenlerin hepsi gitmiştir ya. En güzel anılarına ait olanlar arka odalarda unutulup, yıllarca dokunulmadan toz tabakasının içinde boğulmuştur ya.

Güzel anılarının olduğu mekanın tabelası parçalanmış, içindeki soğuk beyaz floresanı sana donuk bir bakış atar ya. Sonra bir anı gelir aklına. Orada o gün oradan geçmeseydim hayatım nasıl değişik olurdu diye düşüncelere dalarsın. Sonsuz olay kombinasyonlarının, zaman simülasyonunda eski bir video kaseti hızlıca ileri sarar gibi yaşanabilecek olaylar zincirini kurgularsın. Bize hayat veren ve sonra da her şeyi yok eden, evrendeki entropiye, içinde nefret kusarsın belki de. 

Yanarsın. Hatırladıkça, yanarsın. Sonra küllere dönüşürsün. Ve yeniden doğarsın. Geçmişin yükü dışında hafiflemişsindir aslında. Anda kaldıkça yükü hafifletmeyi öğrenirsin, kendini yeniden bulursun.

Tekrarlarsın, ne kadar tekrarladığını hatırlamazsın. Hani o rüyalar vardır ya bir kez daha görebilmek için uykun yokken uyumaya çalıştığın. Bazı hayaller vardır ya gerçek olması için hiç uyanmamaya hazır olduğun. İşte tam da o hayalleri hayata geçirmenin imkansızlığına şah mat çekerken. Tam da onu yendiğinde fotoğrafını çekenlere en içten gülümserken. Tam da yıldızlara bakarken tam baktığın yerde bir yıldız kaydığında. Tam da en çaresiz anda bir işaret ararken her şeyin yolunda olduğunu hissettiren küçük ama sıcak bir dokunuş hayatını avuçlarına aldığında.

Korkularından, kafanda kurduğun bütün o paranoyak terör senaryolarından, en derin korkularının içinden geçip hepsinin yalnızca yaratıcı düşünmenin laneti olduğunu gördüğünde huzurla uykuya dalarken.

Evrendeki tüm atomlar, atomik seviyedeki temel kuvvetlere uygun biçimde sıra olup bir sonraki güne hazırlanmaya başlarlar. Biz uyurken onlar uyanıktır, çalışırlar bir yandan. Kaosu düzene, imkansız dediklerimizi tekrar tekrar gerçeğe dönüştürürler.

Sonra uyanırız ve rüya sanırız, tek gerçekliğin o anki bilinç düzeyimizle deneyimleyebildiğimiz olan beynimizdeki tüm uyarı zincirinin algılayabildiğimiz süperpozisyonu olduğuna inanırız. Tıpkı saniyeler önce gördüğümüz rüyanın, içindeyken gerçek olduğuna inandığımız gibi.

Tıpkı bu dünyanın gerçek olduğuna inandığımız gibi.

Gerçekliğin tüm boyutlara temasını sorguladığın bu anda, PANTONE Hastane Beyazı rengi duvarlarında elektrokardiyogramın her saniye o mekanik sesinin yansımasıyla uzun süre sonra gözlerini yeniden açan bir kahraman, insanlar ne der düşüncesinden kendini arıtıp içinden geldiği gibi kendi olan bir korkusuz gibi.

Tekrar merhaba blog. Uzun süreden sonra tekrar merhaba. Özlemişim seninle konuşmayı. Özlemişim herkesten kaçıp evimde bir cumartesi akşamı senin yarım kalmış sayfalarını tamamlamayı.

Daha özlediğim çok şey var. Yaşanacak, yansıtılacak, yaşatacak ve paylaşılacak çok şey var. Bir daha asla bu kadar uzak kalmayalım. Bağırmak istediğimizde susturulmayalım. Sevmek istediğimizde korkmayalım.

Yazmaktan,

Dağıtmaktan,

Toparlanmaktan,

Düzenden,

Kaostan,

Hissetmekten,

Hissettirebilmekten,

Var olmaktan,

Çizmekten,

Bozmaktan

Yeri geldiğinde de yanıp küllerimizden yeniden doğmaktan,

Kendimizden kaçmayalım artık.

Tekrar biz olalım. Gerekiyorsa girip temizlik yapalım, gereksiz herkesi ve her şeyi atalım, özlediğimiz albümlerin tozlarını silelim, her fotoğrafa baktıkça unuttuğumuz kimliğimizi hatırlayalım.

Ve yaşayalım.

365 gün altı saat

365 gün altı saat, ya da 525960 dakika. Bir yılda ne öğrenebilir, neleri değiştirebilirsin?

Bir yıl önce bugün, güneş tepedeyken bile en uzun geceyi yaşamıştım. Kahvemi yudumladığım sıradan bir akşamüzeriydi, ancak içimde kötü bir his vardı. Ve “maalesef” yine yanılmıyordu o his.

Kimseyi sevmeyen, herkesi elinin tersiyle iten ben, kırk yılın başı bir kızı sevmiştim, ve hayatımda ilk kez birini hayatımın tamamen merkezine koymuştum ve güvenmiştim. Ve o insan bir anda, hiçbir sorun olduğunu belli etmiyorken, hiçbir açıklama yapmadan çekip gitti. Şaka olmadığını anlamakta zorlandım. Olayın şoku haftalar sürdü, acısı haftalardan aylara atladı.

Bu kadar rahat ve açık yazmamın nedeni bu olayı atlatmış olmam ve hayatımızdaki en kötü olayların bile, zorla da olsa, bizi doğruya götürdüğünü görmek. O günlerde zorla çaresizlikten girdiğim yol, aslında yeni bir kapının açılmasıydı. Hayatıma zincirleme bir reaksiyon gibi bir değişim rüzgarı olarak girip her şeyi kökten değiştirmeye giden yolu açacaktı.

Meditasyon, nefes teknikleri, esneme derken kendimi geliştirmenin ortasında buldum. Hızla çevremdeki zaten çok tatlı arkadaşlarıma ek olarak mükemmel insanlar hayatıma girdi. Ve yalnızca bana bunları yaşatan insan değil, hayatıma artık katacak bir şeyi kalmayan, görevini tamamlamış herkes gitti. Daha az insan, daha basit bir hayat, daha net ve öz isteklerle devam ettim. İçime döndükçe, kendimle yüzleştikçe, zamanın değerini gördükçe boş muhabbetlerden uzak, yüzeysel ilişkileri azalttığım kaotik bir döneme girdim. Kaotik diyorum çünkü otuz yıldır (ve evet, iki hafta önce bugün de Otuzlar Kulübüne girdim, hala şaka gibi geliyor) kalıplaşmış inanç kalıpları yıkılmaya başladı. Yıkıldıkça her yer toz ve duman oldu, etrafı göremez oldum. Kelimeleri birleştiremiyordum. Her çöküşten sonra etrafı daha rahat görmeye başladım. Endişe, depresyon, ve panik atak üçgeninde oradan oraya savrulmaktan bitkin düşünce, geriye mental bir hapishaneye mahkum edilmiş yıkık bir şehir kaldı. 

Eski Ben, bu sahneye baktığımda sepia tonlarında apokaliptik bir sahne görürdüm. Şimdi ise küllerden doğacak yepyeni bir dünya görüyorum. O yepyeni dünyada herkese yetecek kadar sevgi var, ve bu sevgiyi henüz alamayacak insanlar neyi kaybettiklerini de zamanla anlayacaklar. Hepimiz o “salak insanlar” olmadık mı bir noktada? Evet belki yalnızım, ancak bu daha sağlıklı bir yalnızlık. Herkesin ve her şeyin zamanı olduğunu, hayatımıza girip çıkması gereken insanların ne olursa olsun bir şekilde girip çıktığına, herkesin, en önemsiz gibi görünen ayrıntıların bile bir rolü (ve bazen çok derin bir rolü) olduğuna, panik atak ve korku dediğimiz şeyin, aslında yalnızca evrimsel süreçte vahşi doğada her tür tehditi ölüm tehditi olarak algılayıp hayatımızı kurtaran genetik bir özelliğimizin, ortada bir süre hiçbir sorun olmayınca doğada alışık olmadığından günlük hayattaki “sorunlar”dan tetiklene, bizi korumak için var olan bir mekanizmadan ibaret olduğuna, daha bir sürü konuda çok şey yazarım. Cümleler uzadıkça uzar, kendim bile başıyla sonu arasında kaybolurum. Ancak, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da 21 Aralık “kötü” bir gün, 21 günlük, ne yaparsam yapayım kaçamadığım bir bedelli askerlik sürecinin ilk günü. Bir detox kampı olarak gördüğüm bu deneyim her ne kadar hayatımdan kayıp gibi görünse de, hayatımdan tamamen kopup kendimle bambaşka bir yerde kalmak için belki de tek şansım olacak. Belki de tadını çıkarmak lazım. Belki de böyle olması gerekiyordu.

Kısa bir süre yokum. İnternet ve hiçbir iletişim aracım olmasa da hepinizle daha derindeki mental bağı koruyor olacağım. Ve döndüğümde daha fazla yazacağım.

Hayatımın en tuhaf bir yıllık dönemini geride bıraktığıma göre, kendimi bir dizi karakteri olarak görüp bir sonraki sezonda karakterimizi neyin beklediğini hep birlikte göreceğiz.

Herkesi, her şeyi, asla sevemem dediğiniz şeyleri bile sevin. 

Çünkü bazen başta en yanlış sandığımız en doğru çıkabiliyor. Tıpkı bir film gibi.

Nisan Gecesi

Harfler çıkmak istiyor. Yerlerine oturmak istiyorlar. Harfler gözlerini kapatmak istiyorlar. Denizin sesini, hafif rüzgarı tatmak istiyorlar. Yanlış bir isim oluşturmaktan, yanlış bir sahne kurmaktan çok korkuyorlar. Sessizce köşelerinde bir dolmakalemin mürekkebinden damlayıp, çok uzaktaki birinin gözlerinden geçip kalbine dokunmak istiyorlar. Ama iletişimden çok uzağız. Çok karanlık bir gecede zar zor görünen, yol gösteren bir yıldız gibi. Okyanusa yansırken yalnız olmadığını hatırlatan bir yıldız gibi. Karanlıkta, elindeki mum sönmek üzereyken kayan bir yıldız, herkesin gittiğini sandığında elini tutan bir yol arkadaşı, sen karanlıktan korkup titrerken gecenin en derinlerinden seslenen birkaç nota gibi.

Karanlıktan korkuyorum, çünkü karanlıkta her şey mümkün. Karanlığı seviyorum, çünkü karanlıkta her şey mümkün. Fırça darbeleriyle özgürce gecenin tuvaline dalmak, yıldızları birleştirip adını yazmak istiyorum. Çığlık attığımda nerede yalnız olursam olayım yanımda olduğunu bilmek istiyorum. Bu nisan gecesinde aynı yıldıza bakıp, aynı hayalleri kurmak istiyorum. Hayallerin sonsuzluğunda yüzerken ölümsüzlüğü tatmak, en merak ettiğim soruları sormak istiyorum. Tüm parçalar yerine oturduğunda geriye dönüp noktaları birleştirmek, gecenin ebediyen devam ettiğini yeniden yaşamak istiyorum.

Hem çok yakın hem çok uzak, tüm hayaller gibi. Kimimiz zamanı büküyor, kimimiz kendini. En güzeli imkansız olduğunu düşündüğümüz hayallerde ikisini birleştirmek değil mi zaten? Hayat, iki nokta arasındaki en uzun çizgi değil mi aslında? Belki bugün ılık bir Nisan gecesi, ve imkansızlık kütüphanesinde sabaha kadar olmayan bir kitabı arıyorum,

Ama hayat imkansız dediğimiz şeyleri başarmaktan ibaret değil mi zaten? Müziğin sesi kısıldığında, karanlık da güneş ışığını tattığında, hayat en gerçek hayallerin buluşma noktası değil mi zaten?

Yolumuzu kaybetsek de ışığa giderken vazgeçmemek, ses uzaklaşsa da takip etmek değil mi zaten?

Işık. Eskiden yanıp sönüyordu. Çok yoruyordu. Sonra parlaklığı her yanışında kısıldı. Artık yanmıyor. Yormuyor, ama kapkaranlık. Ve karanlığı seviyorum.

Seni istiyorum.

Seni özlüyorum.

Seni seviyorum.

Neredesin? Hangi bedende saklanıyorsun? Sana hangi isimle seslenmeliyim?

Tüm harfler birleşip aynı yönü gösterdiğinde, tüm saatler durup Zaman’ı öldürdüğünde, tüm bedenler soğuyup hiçliğe dönüştüğünde bile, hayat, bu nisan gecesinde burada olduğunu bilmek değil mi zaten?

Ne Mi İstiyorum?

Doğayı seven, hayvanları seven, kalabalığı gürültüyü sevmeyen insanları seviyorum.

Takım elbiseleri, şirket sahibi plaza insanlarını, kurumsal hayat adlı karadeliği “cool” bulanları istemiyorum. Zengin olmak dendiğinde banka hesabındaki basamaklara tırmanmaya çalışanları istemiyorum. Tatil denince “trendy” ülkelerdeki trendy otellere, “in” mekanlara gitmeyi nöronlarının aralarındaki bağlara sıkıştıranları hayatımda istemiyorum. Kumlara uzanıp, gökyüzüne bakıp, denizin sesini dinleyip, geride bıraktığı “hayatı” özlemeyecek insanları seviyorum. İstanbul dendiğinde midesi bulanan, kalabalık şehirlerde bir saniye bile durmamak, zehrin aurasını bir an için bile solumamak için tüm sahteliklerden vazgeçecek insanları istiyorum.

Deniz kenarına gidip sonsuzluğu düşünüp, birlikte sevdiğim aktiviteleri yapacağım insanları seviyorum. Bir şeyler yazmak, çizmek, müzik yapmak, yüzmek, yanımıza gelen köpekleri kedileri sevmek, yengeçleri ve deniz yıldızlarını öpmek istiyorum. Yaşamak istiyorum. Kötü günlere dönmeden, bu yolda benimle birlikte yürüyecek insanları istiyorum.  Yaratmayı, doğayı, bütünlüğü seven insanlarla zaman geçirmek istiyorum. Motor sesi deyince yalnızca doğaya giderken arabanın ya da denizdeki kayığın motorunun sesi, teknoloji deyince üretkenlik adına kullanılan aletleri düşünmek istiyorum.

Zehirli hayatı, yüksek binaları, kalabalık metropolitanları bir daha görmek istemiyorum. Bu kadar yakınken, her şey bu kadar olabilecekken, bundan kaçmayıp üzerine gidenleri istiyorum.

Yaşamak istiyorum.

Bırak

Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun. Hiçbir zaman kafana sokamadın şu gerçeği: arayarak bulunamayacak bir şeyi istiyorsun. Hayatın akışına bırakman lazım ama bırakamıyorsun. Sıkıca tutunuyorsun. Ama akıntıya karşı yüzemezsin. Bırak, git en derinlere, gerekiyorsa boğul, öl, çaresizliği tüm varlığınla hisset. Dibi gör. Ve sonra yeniden başla. Bu defa zirveye ulaşmak için o dereye atlamaman gerektiğini biliyorsun. Gerekiyorsa yeniden düş, ama hep daha yukarı tırman. Gerekiyorsa herkesi ve her şeyi sil ve yeniden başla. Gerekiyorsa bir volkan gibi patla. Ama asla vazgeçme.

“Senden başka kimseyi istemiyorum” diyebilmenin özlemiyle acele ederken ayağının kaydığı dereye düştüğün için kendini mi suçlayacaksın? Acının parmaklıklarından azıcık olsun izne çıktığın, temiz havayı soluduğun alkolü fazla kaçırıp içinden geçenleri söylediğin için biranın köpüğünü mü suçlayacaksın? Bırak, isteyen istediğini suçlasın, sen doğru olduğuna inandığını yap. Ve kimseyi dinleme.

Haksızlıklarla savaşırken kan döktüğünde, kimse sana kan vermediğinde, kimse yaralarını kapatmadığında, yaşama tutunmak için yaptığın neyden dolayı seni suçlayabilirler ki? Elinden gelenin en iyisini yapmana rağmen sana ait olan hayat başkasınınsa, en çok istediğin şeyler, sende değil de o tipini siktiklerindeyse, insanlar arkalarını dönüp gidiyorlarsa, siktirsinler gitsinler. Küfret. Rahatla. Seni fikirlerinden ve bakış açından, sen olduğundan dolayı değil de, ağzından çıkan iki argoya göre eleştirenler de siktirip gitsin. Doğru insanlar kalsın.

İnsanlar sana sorumsuz mu diyor? Bırak. Sen’i tanımadan, yaşadıklarını, verdiğin savaşı bilmeden, yalnızca dışarıdan yağlı boyayla gözlerine serpiştirdiğin resme göre karar versinler. Bırak, isteyen istediğini desin. Bırak, isteyen eleştirsin. Onlar için değil kendin için yaşıyorsun. İçindeki sesi dinle. Tüm dünyayı karşına alsan da içindeki sesi dinle. Çünkü senin oynaman gereken oyunu başkası oynayamaz.

Çünkü kimse senin savaşını senin adına kazanamaz.