İçinde yüzlerce kişiyle dev bir uçak, İstanbul’dan hareket etmek üzere. Her zamanki uzun bekleyişten sonra, kalkış için birinci sırada. Pistin başına geçiyor, motorlara gaz veriyor. Hızlanıyor, V1, artık kalkmak zorunda, rotate, ve artık havada. Çok uzaklara gidiyor, içinde, o yüzlerce kişinin içindeki bir kişi ile birlikte…
Bu yazıdaki tüm karakterler tamamen kurgusaldır. Gerçek insanlarla benzeşmeleri tamamen tesadüftür.
Soğuk bir kış günü, ancak soğuğun nedeni kar veya kış değil. Y adlı karakterimizi iliklerine kadar titreten şey, bu şehir ve soğuk, mutsuz, sahte insanları. An itibariyle, aynı şehirde, hatta aynı ülkede, tekrar kendisi olduğunu hissettiren kimse kalmamıştı. Neden böyle oluyordu? Neden ne zaman gerçekten bir şeyler tekrar yolunda gitmeye başlayacak gibi olsa, görünmez bir el, her şeyi mahvediyordu?
Camdan dışarı bakıyordu Y, öylesine, uzaklara. Hiçbir şey düşünmüyordu, düşünmek de istemiyordu. Hissetmek istiyordu sadece. Hep kaçış planları yapıyordu, gidip bir daha gelmemenin çekiciliğini hayal ediyordu. Sekiz yıldır buralardaydı, ancak sevememişti bir türlü bu şehri. Kaldığı yere ev diyordu, bir kez bile evim diyememişti. Odasında bile misafirlikte hissediyordu, ve bu iş biraz fazla uzamıştı artık.
Dışarı baktığında yağmur yağıyordu. Kapalı bir hava, donuk bir bakışı beraberinde getirdi. Düşünmeye başladı… Ne kadar çok şey öğrenmişti son dört ayda, yazdan beri. Ne kadar çok şey yaşamıştı. Defalarca yıkılıp yeniden ayağa kalkmıştı. Güçlenmişti. Yeni yıla bomba gibi girmişti Y, ve yılbaşı gecesi hayattan unutulmaz bir hediye almıştı. En son olanlardan sonra, ilaç gibi gelmişti bu hediye ona. Tabii ki noktaları, ileriye dönük birleştiremiyordu o zaman, ancak yalnızca iki hafta sonra bile geriye dönüp baktığında anlayabilecekti.
Büyüyüp güçlendiğini de o zaman anladı işte. Hayatında ilk kez, her şeyi erteleyip, “yaparız, ederiz” diye planlar yapmak yerine, o an aklına gelen her şeyi gerçekten yapıyordu. O anda yapılması mümkün olan hiçbir planı ertelemiyordu. Gelecekte ya da geçmişte değil, o anda yaşıyordu. Beklemediği bir şekilde, Y’nin hayatındaki her şey tahmin edemeyeceği bir hızla düzeliyordu. Bu kadar güzel olamazdı, değil mi?
Yeni biriyle tanışmıştı. Yalnızca iki elin parmaklarından birazcık daha fazla günde, tekrar birine çok yakın hissedebilmişti. Üstelik bu defa karşısında iki yüzlü bir yalancı, ya da gerçek duyguları yaşamaktan kaçan bir korkak yoktu. “Sonunda” diyordu Y, bir kez daha. “Sonunda kendim olabiliyorum.” Birlikte sevdikleri şeyleri yapıyorlar, hayatı özgürce, sınırlar olmadan yaşıyorlar, anın tadını dibine kadar çıkarıyorlardı. Geriye dönüp baktıklarında, keşke dedikleri hiçbir şey kalmıyordu. Üstelik, ikisi de, bir ilişki adı koymaya çalışmayıp oluruna bırakıyordu. Mükemmel gidiyordu.
Bazı insanlarla kısa sürede insanlarla (aslında tüm canlılarla) aşırı iyi anlaşıp, çok yakın bağ kurabilme yeteneğinin yan etkisi de vardı tabii ki: kolay kolay kopamıyordu. Ve ortada ufak bir sorun vardı: farklı yerlerde yaşıyorlardı. Dünyanın iki farklı ucundalardı ve son günlerini yaşıyorlardı. Bitecekti. En azından bir süreliğine de olsa, artık birlikte olamayacakları fikri Y’yi rahatsız ediyordu. Neden ne zaman kendini gerçekten yakın hissettiği biri hayatına girse, her şey mükemmel olmasına ramak kala bir şeyler bozulmak zorundaydı? Bilmiyordu. Anlamaya çalışıyordu. Belki anlayamayacaktı da. Noktaları ileriye doğru birleştiremeyeceğini biliyordu, yalnızca, ileride, geriye, bugünlere baktığında, büyük resmin bir şeyler ifade etmesini istiyordu.
Veda zamanı gelmişti. “Hoşçakal” dedi. Demek istemiyordu. Vedalardan hoşlanmazdı Y. Güzel bir şeylerin bitmesi fikri onu hep rahatsız ediyordu. Ancak demek zorundaydı. Döndü arkasını. Oturdu, öylece, uzaklara baktı. Kahvesini yudumluyordu, derinlere, uzaklara dalmıştı. Kafasında hiçbir düşünce kalmamıştı. Mantığını iptal etmişti yine gerçek duyguları. Bunu seviyordu. Çünkü hissetmek her şeydi, ve insan mantığını kaybedip duygularını hissedebildiği sürece yaşayabilirdi. Belki de en güzeli, en doğrusu, her anı dolu dolu yaşayıp, hiçbir şey için pişman olmamaktı.
Bekledi, öylece bekledi. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın, aklının bir köşesinde sürekli bir özlem, bir tutku, bir sevgi, onu bambaşka bir dünyaya götürmeye çalışacaktı. O gizemli duygunun çağrısına ve çekiciliğine hayır diyemiyordu, asla diyememişti. Günlük hayatı bir kenara bıraktı. Gözlerini kapadı. Hayal etti. Zaman ve mesafe denilen şeylerin var olmadığı bir paralel evrende, istediği ve gerçek olan her şeyin onunla olduğunu hayal etti. Bunu yaptığında içindeki yaşama sevinci geri geliyordu. Hem de gelmiş geçmiş en güzel doğumgünü hediyesiyle birlikte.
Gözlerini açtı, öylece bekledi. Çünkü o günün, zaman çizgisinde gitgide kendisine yaklaştığını biliyordu. Hep bekledi.
to be continued, somewhere, some time…