Tüm sözcükler

Hani tüm sözcükleri birleştiremezsin ya, hepsi havada uçar, ama bir araya koyamazsın. Tüm parçalar ortadadır, eksik parça yoktur belki de. Ama hepsi binlerce parçaya ayrılmıştır, havada uçuyordur zamanı yavaşlatırcasına.

İzolasyonun en dibe çeken günlerindesin ve denizin derinliklerinden bir el seni ayak bileğinden yakalamış aşağı çekiyor. Direniyorsun, korkuyorsun, ölmemek için çırpınıyorsun. Karşı koyamayacağını anlıyorsun ve suyun altına bakıyorsun. Seni dibe çekenin gözlerinin içine. Ve kendi yansımanı görüyorsun.

Her sabah keşke hepsi bir kabus olsaydı ve uyansaydık diye uyanıyorsun. O umut gittikçe sönükleşiyor ve o içinden çıkamadığın kabus senin son vermeye korktuğundan dolayı yaşadığın hayatın oluyor. Günler haftalar, aylar yıllar oluyor ama geçmiyor yine de.

Hani bazı insanlar vardır sana kim olduğunu hatırlatır, gördükçe konuştukça tanıdıkça daha da çok bağlanırsın. Ancak bu bağlanma tek taraflıdır, karşı tarafın umurunda bile değilsindir, bu yüzden bazı insanlardan uzaklaşırsın işte. Onları beğenmediğinden değil, tam tersine çok beğenip istediğinden. Onları hatırlatan her şeyi kaldırırsın, uzaklaştırırsın, görmeyeceğin bir rafına saklarsın anı defterine dönmüş bilincinin. Bilinçaltına bastırırsın. Unutursun, ya da en azından unutmuş gibi yaparsın. Temiz bir sayfa açarsın ama kirli bir deftere aittir o hâla.

Defalarca o defterde karalamaya çalışırsın sözcükleri, karalayınca gerçeklikten de silinecekmiş gibi. Yalnızca kendini bakıp bakıp kandırmak için yerlerini değiştirdiğin harfleri Babil Kütüphanesi’nden çıkmışçasına istediğin kombinasyona oturtmaya çalışırkenki sayısız denemelerin. Eski sayfalarda yeni sözcükleri ararken bir şey gözüne çarpar. Yıllar önceden, varlığını unuttuğun, unuttuğunu bile hatırlamadığın biriyle ilgili bir not. Onu hatırlarsın, bir zamanlar sana çok şey hissettiren birilerini ya da bir yerleri sakladığın toz tutmuş kutusundan çıkarıp zaman kapsülündeymişçesine bilincinin derinliklerine gömülmüş o anıları çıkarırsın yerinden.

Bir şarkı da açarsın yıllar önceki o dönemde dinlediğin, zamandaki yolculuğunda sana eşlik eder, yorulduğunda arabayı o kullanır. O kadar yoğundur ki geçmişin kokusu, karşısında hiçbir yapı olduğu gibi duramaz. Tutamazsın hepsi patlar, tüm gücüyle evrenin sonsuzluğuna bağırır. Senin aynaya bakıp söyleyemediğin tüm sözcükleri haykırır en uzak galaksilere. Durduramazsın. Durdurmak da istemezsin. Kafese kapatılmış bir hayvanı gizlice özgür bırakmak gibidir; kim ne derse desin, yaptıklarının sonucunda zarar olduğunu düşündüğün bir durum yaşayacak da olsan, rastgele tüm uzay boşluğuna açtığın anda dağılmaya hazır olan o sözcükleri serbest bırakırsın, doğru olanı yaparsın.

Uzun süredir söyleyemediklerini, seni sen yapanları, içinde uzun süredir tuttuğun her şeyi kusarsın. Hani tüm sözcükleri birleştiremezsin ya, hepsi havada uçar…

Bırak uçsunlar, belki de zamanı gelmiştir artık.

Evren

Hiç bu evreni kendin yarattığını düşündün mü? Gördüğün her yeri, herkesi, her şeyi, tüm deneyimleri… hepsini sen yaratmış olsaydın çok korkunç olmaz mıydı? Ailen, arkadaşların, tanıdığın herkes, en yakın bağ kurduğuna inandıkların bile yalnızca yapayalnız bilincinin hayal ürünü olsaydı.

O zaman neyden korkardın, hiç var olan şeyleri kaybetmekten mi? Yoksa var bile olmayan bir oyunu kazanmaktan mı? Hem de tek başınayken, hem de tüm varoluş ve anlamı olduğunu düşündüğün her şey kozmik ölçüde bir hiçken ve sen de yapayalnız bir kozmos iken.

Peki tüm evrenin kurallarını kim yazmıştı? Geçmiş zamanda yazılmış olduğunu düşündüğün fizik kurallarını şimdiki zamanda uygularken geçmişi ve geleceği olanaklı kılan zaman kavramının da bu kurama ihtiyaca olduğu nedensellik döngüsünün paradoksuyla sabaha kadar o yarattığın yıldızların altında dans ederken, kurallara uymak zorunda kalan güneş sahneyi gecenin güzel karanlığına bırakırken onun ufak bir parçasıymışçasına yandıkça huzur verip rüzgarın fısıltısını susturup içini ısıtan ateşte ellerini ısıtırken de mi düşünmedin bütün bunları? Düşünce mutlak bir kalıp mıydı dondurup bir gün çözmek için buzluğa kaldırdığın, yoksa bitmek bilmeyen döngünün bir parçası olan bir süreç miydi?

Gramatik açıdan hatasız olsa da uzun olduğu için anlamını kaybettiğin cümleler ve o ezberleyemediğin matematik formülleri beyninin algılama kapasitesine meydan okurken neden kendi bilincini beynin içine hapsettiğini sorguladın mı peki? 

Madem sen yarattın, neden kendini bu hale soktun? Madem sen yaratmadın, deneyimleyebildiğimizin ötesinde bir şeyler var olmak zorunda ve zaten tüm varlıklarla iletişim halindesin ve iç içesin. Herkes ve her şey senin bir parçan.

O zaman neden korkuyorsun?