Birazcık Teknoloji: 4.5G

Son zamanlarda sürekli duyduğumuz 4.5G konusuna biraz açıklık getireyim dedim. Ben bunu yazarken yarın (1 Nisan 2016) Türkiye’deki operatörlerde çalışmaya başlayacak 4.5G’yi her yerde hepimiz duyuyoruz. Reklamlar, billboard’lar her yerde. Operatörler birbirleriyle yarışıp en hızlısı olmaya çalışıyor. Peki ne bu 4.5G?

Zamanında 3G’nin geldiği günü hatırlıyorum. Sıcak bir yaz günüydü, devrim niteliğindeydi. Hemen tanıdığım birkaç kişiyle, o zamanın açık ara en iyi telefonu olan Nokia N95 ile (hey gidi günler) görüntülü arama denemiştik, ve sanırım bir daha kullanmadık. Video calling özelliğinin, MMS gibi, hiçbir zaman tutmamış olmasını bir kenara bırakırsak, o zamanlar için gayet yüksek hızda mobil İnternet erişimi sağlamıştı bize. Zamanla 3G de gelişse de, bir yerden sonra bize yetmemeye başladı. Gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamı, LTE (Long Term Evolution) adında yeni bir teknolojiye geçmişlerdi ve 3G artık onlar için yavaş, eski bir teknoloji idi.

Tüm üçüncü dünya ülkeleri gibi, biz de henüz bu yeni çağdaş teknolojiden yararlanamıyorduk. 3G’nin bize verdiği, şanslıysak birkaç megabit/saniye’lik İnternet erişimine razıydık. Telefonlarımız yeni teknolojiyi destekliyordu, GSM operatörlerimiz altyapısı son birkaç yılda kısmen de olsa bu teknolojiyi destekliyordu, ancak bu teknolojinin çalışması için gerekli radyo frekanslarının kullanımı devlet tarafından ihaleye açılmamıştı. Kısaca, var olan, hazır teknolojiyi, bürokratik nedenlerden dolayı kullanamıyorduk.

Neyse ki devlet zamanla bu işten de, diğer her şeyde olduğu gibi, fahiş vergilerle kar edebileceğini anladı ve ihaleyi operatörlere açtı. İhalenin tamamlanmasının ve uzunca bir bürokratik engelin ardından, 1 Nisan 2016 tarihi ile LTE Advanced teknolojisi ülkemize geliyor. 3G’den kat kat daha yüksek hızları destekleyen bu teknoloji ile, cep telefonumuzda, İnternet’e dair her şey daha hızlı olacak diyebiliriz. YouTube, Instagram, Vine, web siteleri… Hepsi daha hızlı yüklenecek. Cep telefonumuzu hotspot özelliği ile bilgisayarımıza bağladığımızda, saniyede birkaç megabit yerine onlarca megabit/saniye (aslında teorik olarak yüzlerce megabit/saniye, ancak pratikte bu hızları kısa vadede göreceğimizi sanmıyorum) hızlarında download ve İnternet erişimi yapabileceğiz. Kısaca, her şey daha hızlı olacak.

Cep telefonlarımızın pilini 3G’ye göre azıcık da olsa daha fazla yiyen LTE ile çağa ayak uydurabileceğimizi bilmek güzel. Ancak GSM operatörlerinin aylık 2GB, 4GB gibi, özellikle LTE hızlarında kimseye yetmeyecek kotaları kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. Mobil İnternet tüketimini göz önünde bulundurursak, kotaların ortalama 10-15GB seviyesine çıkması yerinde olur, tabii ki burada GSM operatörlerinin gerçekten insanların ihtiyaçlarına uygun nitelikte hizmet mi vereceği, yoksa, tabiri yerindeyse afedersiniz ayakta adam mı sikeceği tartışılır, zaman gösterecek. Her ne kadar geriden de gelse, dünyadaki genel kabul görmüş en son ve en hızlı mobil İnternet erişim teknolojisinin ülkemize geldiğini görmek güzel. Umarım teknolojik gelişmeler zamanla daha da hızlı hayatımızda yerini bulur ve biz de zamanla, biraz da mentalite farkıyla, 3. Dünya Ülkesi kategorisinden çıkarız.

Tüm bunları zaman gösterecek. Ancak kesin bir şey var ki, kedi video’larımız 1 Nisan 2016 tarihiyle çok daha hızlı yüklenecek, snap’lerimiz çok daha hızlı gidecek, Facebook feed’imiz çok daha hızlı açılacak, YouTube video’larımızı telefonumuzdan rahatça 1080p çözünürlüğünde izleyebileceğiz. Umarım, tüketimin yanında, bu güzel teknoloji biraz olsun üretim için de kullanılır ve insanlarımız ellerinin altındaki bu gelişmiş teknolojiyi faydalı bir şeyler üretmek için kullanırlar.

O zaman, haydi 4.5G’nin tadını çıkaralım!

Yaşamak

Hepimizin önünde seçenekler vardır, ve eninde sonunda tüm seçeneklerimizi iki seçeneğe indirebiliriz: yaşamak, ya da yaşamamak.

Doğduğumuz, bilinçli karar verme yeteneğine sahip olduğumuz andan itibaren, son nefesimizi verene kadar en çok yaptığımız şey, karar vermektir. “Öyle mi yapsam, böyle mi?” Ya da “hangi hayatı seçsem?” Bazı olaylar kendi tercihimiz dışında gelişir, ancak en az seçeneğe sahip olduğumuz anlarda bile, önümüzde en az iki seçenek vardır: bir şeyleri yaşamak, ya da o şeyi yaşamamak.

Sorsana bir kendine, yaşadığın, yaptığın, üşenmeyip, korkmayıp da hayata geçirdiğin kaç şeyden pişmansın? “Keşke yapmasaydım” dediğin bir şeyler var mı? Yoksa pişmanlıkların hep ertelemek, vazgeçmek, korkmak üzerine mi? Gerçek bir şeyler yaşamaktan korkmak. Sonuna kadar savaşmak varken umutsuzluktan dolayı vazgeçmek. Yaşamayı ertelemek. Yaptığın mı, yoksa yapmadığın mı şeylerden pişmansın daha çok? Sanırım bu sorunun cevabını benim kadar sen de biliyorsun.

Hayatını, her şeyi dibine kadar yaşayarak, korkmayarak, her şeye atlayıp, gerçek duyguları hissetmekten korkmadan mı yaşamak istiyorsun? Bunu kime sorsan evet der. Peki ya kaç kişi uyguluyor? Kaç kişi bir şeylerden kaçmayıp ne pahasına olursa olsun, hayatı yaşıyor? Onlardan biriysen şanslısın sevgili okuyucu. Ama istatistiksel olarak incelersek, muhtemelen yaşamaktan kaçan korkaklardan birisin. Sevmeyi, tutkuyu, hissetmeyi… Bunların hepsini derinlere bastırmış, toprağın altına gömmüş, varlığını bile unutmuşsun. Para kaybederim diye kazanmaktan korkuyorsun, düşerim diye yükselmekten, ölürüm diye hayattan korkuyorsun! Akreple yelkovanın dönmesini sonsuza kadar izleyebilirsin. Sen yavaş çekimde nefes alıp verirken, kabuğunun içinden dünyanın solmasını antidepresanlarınla uyuşmuş, kapitalizmle yıkanmış beyninle izlerken birileri kendi için, hatta belki senin için bir şeyler yapıyor. Sen ise gözlerini kapamayı seçiyorsun.

İnsanlar dünyayı değiştirmeye çalışıyor. Herkes az biraz başarılı da oluyor. Hiçbir şey olmasa, biraz olsun kendi dünyasını değiştirmiyor mu aksiyon alan biri? En azından deniyor. Bir şeyler öğreniyor, deneyimliyor, kendini geliştiriyor. Sen ise kabuğunun içinde inci tanesi gibi bekliyorsun. Belki de kimsenin fark etmeyeceği, kabuğunun içinde yok olacak bir inci tanesi. Birileri seni kabuğundan çıkarmaya çalışıyor, sen ise savunma mekanizmanla sımsıkı kapanıyorsun. Çekiliyorsun içeri, karanlığa. Seni sevenler önüne ışık tutuyor, önünü görüp doğru yolu seç diye. Sen ise gözlerini kapamayı seçiyorsun.

Sonra biri giriyor, hayatını değiştiriyor. Fark etmiyorsun. Bağırıyor, ama kulaklarını tıkamışsın hayatın koşuşturmasının gürültüsüyle. Sana en sevdiğin şarkıyı söylüyor ama duymuyorsun. Bir kez kulak versen, duyacaksın. Senin gibi o da aslında. Duygularını ameliyatla aldırmışsın adeta. Hissetmiyorsun. Ama bilmiyorsun ki seni sen yapan, en derindeki, kendin bile farkına varmadığın bir şeyler orada. Onları aldıramazsın. En güçlü ilaçlarla, en sahte hayatlarla bile onu silemezsin. Çünkü o sen’sin. Gömebilirsin, kaçabilirsin, varlığını inkar edebilirsin, ama öldüremezsin. Ve dönüp dolaşıp seni bulur. O bunu görebiliyor, sana da göstermeye çalışıyor. Tüm nefesini, tüm gücünü, hayatının en güzel zamanlarını bunun için harcıyor. Sadece sana bir şeyi göstermek için belki de. Çünkü buna değer. Değeceğini biliyor. Her şeyi değiştirmek senin elinde. Biri sana bu şansı veriyor. Senin içinde, senin bile göremediğin gerçek sen’i görebiliyor. Ama sen korkaksın, yaşamamayı seçiyorsun. Kaçıyorsun. O üzerine geldikçe daha da kaçıyorsun. Hiçbir şans vermiyorsun. O elinden gelen her şeyi yapıyor. Sen ise gözlerini kapamayı seçiyorsun.

En sonunda zaman geçtikçe, daha fazla kaçamayacağını fark ediyorsun. Dönmek istiyorsun, ama yönünü kaybetmişsin. Sana ışık tutanlardan kaçmışsın, dengeni ve oryantasyonunu toparlayamıyorsun. Neredesin bilmiyorsun. Kaybolmuşsun. Bir yerlerde bir şeyler var. Duyguların tekrar ortaya çıkıyor. Temel içgüdülerini dinledikçe kim olduğunu hatırlıyorsun. Sadece tek bir şey istiyorsun: yaşamak. Bir o tarafa, bir bu tarafa savruluyorsun. Korkuyorsun. Nereye gitti beni o seven diyorsun? Nereye gitti benim için her şeyi yapmaya hazır olan o kişi. Öldü mü? Yaşıyor mu? Neden değerini bilemedin sen onun? Beyninin uyuşması geçtikçe, gözlerini açabildikçe, yaptığın aptallığın derecesini idrak etmeye başlıyorsun. Ettikçe, farkında olmadan, kaçarak yaptıklarını gördükçe ağlamak istiyorsun. Her şeyin suçlusu sensin. Yaşadıklarının ve yaşattıklarının sorumlusu sensin. Sadece bütün gücünle gökyüzüne bakıp ağlamak istiyorsun. İnanmak istiyorsun. Çünkü seni hayata hala bağlayabilen tek şey bu.

Çaresizsin, dersini almışsın. Bundan sonra ne pahasına olursa olsun, yaşayacaksın. Bekliyorsun. Bir mucize olsun diye. En parlak yıldızlara bakıyorsun, diğer tüm yıldızlar sönüyor onun yanında. O’nu istiyorsun. Ama bilmiyorsun ki o aradığın yıldızı yanlış bedenlerde, yanlış isimlerde aramışsın hep. O hep oradaydı, seninleydi, ama sen kabuğunun içindeydin. Gözyaşlarını tutamıyorsun. Gözlerinden yanaklarına, oradan boynundan yavaşça göğsüne damlayıp yere, toprağa doğru kendini yerçekimine bırakmasına izin veriyorsun. Bir yıldız kayıyor. Dilek tutuyorsun. Saçma, evet, ama yine de kendini iyi hissettiriyor. “Belki de bütün bunların bir nedeni vardır” diyorsun. Belki de vardır. Belki asla bilemeyeceksin. Ama en azından bir şeyleri bilmek istiyorsun. Ama yapayalnızsın işte. Gökyüzü ve sen. Bu defa yanlış seçimi yapmayacaksın. “Keşke” diyorsun. “Keşke o şansı bir kere daha yakalayabilsem.” Çaresizlik içinde gökyüzünü izliyorsun. Olmayacağını biliyorsun, ama bir yandan da içinde anlatamadığın bir umut var. Bir yaşama sevinci. Sanki yıldızlar sana bir mesaj vermeye çalışıyor. Kafayı yediğini sanıyorsun, ama yine de dinlemeye çalışıyorsun. Sanki çok uzaklardan bir ses geliyor. Sanki biri sana bir şeyler söylüyor. Kulaklarını açtıkça duyuyorsun. Baktıkça görüyorsun. Gizemli bir şifreyi çözüyorsun. “Hayır, kafayı yemedin.” Bunu gerçek olmayı başarabilen herkes yaşıyor. Belki de hayatın sırrı bu mesajda gizli.

Sonra hiç beklemediğin bir anda, adını koyamadığın bir mucize oluyor. Bu sefer dersini almışsın. Hayat sana ikinci bir şans veriyor. Ve bu defa yaşamayı seçiyorsun. Yapmayı, dibine kadar hissetmeyi, sonuna kadar oynamayı seçiyorsun. Var olmayı seçiyorsun. Kendin gibi biriyle kurtulmayı seçiyorsun bu bataklıktan. Ve her şey yoluna giriyor. Yaptığın hatalara, aldığın derslere bakıyorsun. Çok şey öğrenmişsin aslında. Yepyeni biri olmuşsun. Zarar verdiklerin de çok şey öğrenmiş. Ama çok zarar görmüşsünüz. Ama sonunda yine buradasınız, birliktesiniz. Yaşamayı seçiyorsunuz, ve kimse size zarar veremiyor. Var olmayı seçiyorsunuz, hiçbir şey sizi ayıramıyor. Çünkü sevmenin gücünün, tutkunun gizeminin, hayatın ve zamanın ötesinde olduğunu görebiliyorsunuz. Ve tüm gecenin karanlığından, çok uzaklardan, güneş yeniden doğuyor. Tekrar yüzünüze veriyor sıcaklığı. Ve bu defa, her şeyin daha farklı olacağını biliyorsunuz. Çünkü savaştınız. Birbirine karşı. Hayata karşı. Başkalarına karşı. Kendinize karşı. Ve hala hayattasınız ikiniz de. Dibine kadar yaşamayı seçmişsiniz işte bu defa. Her şey, olması gerektiği gibi olacak artık.

Hepimizin önünde seçenekler vardır, ve eninde sonunda tüm seçeneklerimizi iki seçeneğe indirebiliriz: yaşamayı seçin.

Bin Metre

Bu bir hikayedir.

Yüksek bir yer, bir dağın tepesi, uçurum kenarı. Nasıl geldin, neden buradasın bilmiyorsun. Ama buradasın işte. Yalnızca sen, gece, ve ay ışığı. Kimsecikler gelmemiş seninle buraya. Hava biraz soğuk ama sorun değil. Sadece kafanın içindeki güzel şeyleri düşünerek ısınabiliyorsun. Belki de son kez. Bin metre yüksektesin. Aşağı bakıyorsun, korkutucu. Upuzun, bitmek bilmeyen deniz, sonsuzlukta gökyüzüyle ve yıldızlarla birleşiyor. Tek bir adımınla, bir dakikadan kısa bir sürede, ne olduğunu kimsenin bilmediği bir yere gidebilirsin. Korkuyorsun.

Sonra arkana bakıyorsun. Kimse yok. Yalnızsın. Hayatta en çok olmasını istediğin insanlar senden uzaklaşmış. Diğer kimse de eksikliği kapatamıyor. Ne yaparlarsa yapsınlar kapatamayacaklar. En son bunu dediğinde büyük konuşmaman gerektiğini hayat sana kibarca göstermişti, ancak kendisinin aynı merhameti ikinci kez göstereceğini sanmıyorum. Kimse sanmıyor. Şanssızsın çünkü. Varlık içinde yokluğu, ve seni gerçekten anlayamayan, sayamayacağın kadar insanı, hayatım adını verdiğin, boka sarmış çöplüğünde barındırdığın için şanssızsın. Anlamıyorlar. Anlayanlar da bir şey yapamıyor. Ama sen tüm kartları oynamışsın. “Elimde daha neler var, nasıl olsa bir yerde rahatça her şeyi toparlarım” derken bir bakmışsın son kozunu da açmışsın masaya. Ve hayat masanın diğer ucunda. Son hamlesini bekliyorsun. Ona bakıyorsun. Ama o sana bakmıyor bile. Hani, matematiksel olarak milyonda bir ihtimal, ama bir umut, belki kaybetmezsin, belki bir mucize olur ve kazanırsın. Bakmaya devam ediyorsun. Nabzının yükseldiğini hissedebiliyorsun. Ve kartlarını açıyor. O bin anlık ufacık umudun, hayallerin, gelecek planların. Hepsi çöpe gidiyor. Kaybettin. Ağlayamıyorsun bile, çünkü uğruna ağlayacak bir şey kalmamış. Kaçamıyorsun, çünkü zaten boşluktasın. Kendinden kaçamazsın.

Arkanı dönüyorsun. Bin metre. Yarım dakikadan az. Aşağı bakıyorsun, korkutucu. Ama arkana baktığında daha da korkutucu bir hayat. Yere çarptığın anda kemiklerin nasıl acıyacak? Ama bir defa, ve geçecek. Sonsuza kadar. Diğer tarafta ise, bir gün bir mucize olmazsa belki de asla bitmeyecek, daha da çekilmez hale gelecek bir acı. Hak etmedin. Sen hep iyi oldun. Ama hep kötülük aldın. Sana en yakınındakiler, en büyük kötülüğü yaptılar. En güvendiğin insanlar hep kazık attılar. Kaybedecek neyin kaldı ki? İnsan, sevdiğiyle olamadıktan, kendini, kendi gibi biriyle tamamlayamadıktan sonra ne anlamı kalmış bütün o yaptıklarının, yüzeysel tatminliklerin, ailenin, arkadaşlarının, kısaca, seni insanların gözündekağıt üzerinde sen yapan her şeyin. Gözlerine baktığında kendini görebileceğin biri bile kalmamışken, sabah uyanmanın, en sevdiğin kahveni içip, en sevdiğin yemeği yiyip, en sevdiğin sporu yapıp, en sevdiğin filmi izlemenin bile ne anlamı var? Bundan gerçekten zevk alabiliyor musunuz? Yoksa kendinizi mi kandırıyorsunuz? Sizi bilmem ama ben hiçbir şeyden zevk alamıyor, hiçbir şeyden keyif alamıyorum. Sonra aklına bir an geliyor. Güzel, mutlu olduğun, belki farkında bile olmadan kendin olduğun bir an. O ana dönmek istiyorsun. Hayali bile içini ısıtıyor. Belki de son kez. Derin bir nefes alıyorsun. Ama içinde, kalbinde, gözlerini dolduran bıçağı hissettikçe, yeter diyorsun. Hoşçakal.

Aşağı bırakıyorsun kendini. Geri dönüşü yok. Bin metre. Korkuyorsun, ama daha az korkutucu olanı seçtiğinin gururuyla rüzgarı hissediyorsun. Dokuz yüz metre. Güzel bir an geliyor aklına. O ana dönmek için her şeyi yaparsın. Ancak o anın yokluğunu yaşamamak, hatırlamamak için, herşeyden fazlasını yaparsın. Sekiz yüz metre. Acaba seni mutlu eden insanlar şu anda nerede, kiminle, ne yapıyor, nasıl mutlular diyorsun. Acaba kim, senin olman gereken koltukta? Acaba kim şu an sevdiğinle, senin hak ettiğin hayatın tadını çıkarıyor? Yedi yüz metre. Bağırıyorsun. Kimse seni duymaz. Hiç bu kadar bütün gücünle bağırmamıştın belki de daha önce. Kimse sana hiçbir şey yapamaz. Altı yüz metre. Özgürlüğü, hayatın hafifliğini hissediyorsun. Umursamazlık, tüm vücudunu kaplıyor. Beş yüz metre. Dünyevi sorunlar, para, sosyal statü, sağlık, aile… Artık hiçbir şey ifade etmiyor. Dört yüz metre. Bütün bunları hak edecek ne yaptın? Neden böyle oldu? Neden sevdiğin, mutlu, hak ettiğin gerçek hayatını yaşayamadın? Varlığını sorguluyorsun…

Üç yüz metre. Çok korkuyorsun. Ama bir kaç saniye sonra hepsi bitecek. Tüm anılar. Acılar. Onlarca yıl boyunca var olmuş her şey. Bir kaç saniye sonra, sonsuza kadar yok olacak. Tüm dünyanı yakmanın verdiği sadist/mazoşist hazzı yaşıyorsun. Hayatın sana yaptıklarına karşı olan nefret ve öfke, korkuyu bastırıyor.

İki yüz metre. Keşke bir not bıraksaydım diyorsun. Okunduğunu, ve karşındakinin neler hissettiğini asla göremeyecek olsan da, bir not. Neler yaşadığını, neyin seni bu hale getirdiğini açıklamaya çalışan bir kaç sayfa. Okuduğunda, o insanın tüylerini ürpertecek, seni bu hale getirenin, her şeye son vermenin, en büyük nedeninin, kabullenmek istemese de kendisi olduğunu hissettiğinde gözyaşlarını tutamayacağı bir not. Tüm hayatının anlamını, sözcükler ve cümleler gibi insan yapımı olgularla bir kağıdın üzerine sığdırmaya çalıştırdığın bir not. Aslında, hayattan neler istediğini tek bir paragrafta bile özetleyebilirsin. Çok bir şey istemiyorsun sonuçta. Tek bir cümlede bile özetleyebilirsin isteyip de kavuşamadığın tek şeyi. Hatta iki kelime bile yeter, bütün bunların nedeni olan insana bırakacağın nota yazmak için. Bazen en anlamlısı, en kısa sözcükler değil mi zaten? Upuzun bir yolculuğa, noktayı koyarken yalnızca iki kelime, bütün her şeyi nasıl oluyor da özetleyebiliyor? Belki de o insan yapımı sözcüklerin gücünü küçümsememek gerekliymiş…

Yüz metre. Soğuğu ve rüzgarı yüzünden hissettiğin son saniyeler. Seni buraya getiren bütün olay örgüsünü, insanları, yaşadıklarını, haksızlıkları, kısacası hayat çizgini düşünüyorsun. Bütün olaylar, bir zincir oluşturuyor. Senin en derininden seni her şeye bağlayan, atladığın tepeye, oradan seni o tepeye getiren olaylara bağlı, zamanda ve uzayda geriye, ilk güne kadar giden, upuzun bir zincir. “Keşke tutunabilseydim ona” diyorsun. “Keşke kendimi buradan yukarı çekip, zamanda geri gidip, değerini bilemediğim, o dönmek istediğim tek ana gidip, bırakmak istediğim nottaki iki kelimeyi söyleyebilseydim.” Son elli metre. Korkudan titriyorsun, ancak bu vücudunun yalnızca doğal bir tepkisi. Yine yaşadıkların gözünün önünden geçiyor, ve korkunu bastırıyor. Tıpkı, bir yerin acıdığında, başka bir yerini daha çok acıtarak diğerinin acısını bastırdığın gibi. Otuz metre. Son saniyeye girerken yıldızlarla sonsuzluğun birleştiği yere bakıyorsun. “Ben geliyorum!” diyorsun, adeta bir şeyi ilk kez yapmanın heyecanını yaşayan bir çocuk, ilk kez öpüşmenin yakınlığını yaşayan bir genç, üniversite sınavında istediği yeri kazandığını öğrenen bir delikanlı, yıllardır kendini ölümle yaşam arasında sürükleyen hastalığın tamamen geçtiğini öğrenen, hayata yeniden doğan biri gibi. Sonsuzluğun çekimini hissediyorsun. On metre. Artık geri dönüşün yok. Çarpışma anına yalnızca bir tık kaldı. Yok olmanın ne demek olduğunu hissediyorsun. Bütün güzellikler sonsuza dek kaybolacak. Ancak bütün acılar da. Kısaca, hiçbir şey olmayacak artık seninle. Sen diye bir şey olmayacak. Yalnızca ailenin, arkadaşlarının, çevrendeki bir kaç insanın hatırladığı bir anı olarak kalacaksın. Bir gün onlar da ölecek. Onların, senin hakkında bahsettikleri de. Bir gün, seni var eden her şey, tarihten tamamen silinecek. Garip bir duygu. Belki de hissettiğin son duygu. İki metre. Denizin yansımasından kendini ve ay ışığını dalgalanırken son kez görüyorsun. Zaman yavaşlıyor. Sanki her şey bir oyunmuş gibi. Çarpacaksın. Şimdi, tam şimdi, her şey bitecek işte. Her şeyin mutlak sonundasın. Adını soyadını düşünüyorsun. Bu ada soyada sahip, doğduğun şehirde doğmuş, okuduğun yerde okumuş, yaptıklarını yapmış insan. Kimliğin. Benliğin. Sevdiğin herkes. Seni sinirlendiren herkes. Öptüğün, seviştiğin, kavga ettiğin, ağzına sıçtığın, ve senin ağzına sıçan tek tek herkes. Son nefesinle hepsini vermeye hazırsın. Gözlerini kapıyorsun refleks olarak. Kapıyorsun, ancak bir daha açmayacağını bilerek kapıyorsun. Çok canın yanacak, ama sadece bir defalık. Ondan sonra sonsuz sessizlik seninle olacak. Sen var olmasan da, o seninle olacak. İstesen de bırakmayacak seni. Hep istediğin de bu değil miydi zaten? Hep istediğin, tutunmak bir şeyleri paylaşmak değil miydi?

Bağırıyorsun. Bütün gücünle. Vücudun kontrolden çıkıyor. Yüzlerce kilometre hızla suya çakılmaya hazırsın. Üç. İki. Bir. Ve bir anda her şey duruyor. Sessizlik. Uyanıyorsun. Rüyaymış. Terler içinde, yatağındasın. Yanına bakıyorsun. Yatağında yapayalnızsın. Ve keşke bitmeseydi diyorsun. “Keşke bu rüyadan uyanmasaydım” diyorsun, ve bunu derken rüya yerine kabus demiyor olman, en derinde neler istediğini gösteriyor. Yarın yine güneş doğacak biliyorsun. Çok yaklaşmıştın halbuki sonsuza kadar ay ışığıyla kalmaya. Çok yaklaşmıştın bir daha asla canının yanmayacağı o tuhaf yere gitmeye. Elini uzatsan dokunacaktın ölüme halbuki. Gözünü açsan görecektin onu bir kaç santimetre karşında. Nefes alsan koklayabilecektin sonsuz hiçliği. Ama korktun yine. Mantığın, rüyanda bile devrene girdi, ve senin gerçek duygularını hissetmene engel oldu. Bir kez daha mantığından nefret ediyorsun. Keşke tamamen devre dışı bırakabilseydin onu. Belki daha kısa, ama daha gerçek bir hayat yaşayabilirdin o zaman. Seni sen yapanın peşinden, tabiri yerindeyse deliler gibi koşabilirdin. Sosyallik, normlar, ve insanların hakkında ne düşüneceği umrunda bile olmadan hem de. Kendin olmaya, ve seni sen yapanla olmaya. Tıpkı gözünü açabildiğinde görmek istediğin, nefes aldığında kokusunu almak istediğin tek şey gibi.

Her Şeyden Uzak

Koşuşturmacanın, bitmek bilmeyen gün üzerine gün üst üste kabusların, her şeyi yapıp, hiçbir şeyde anlam bulamamanın, sahteliğin şehrinden biraz olsun uzaklaşmanın rahatlığı. İçinde bulunmamın bile öyle tüm enerjimi düşürdüğü bir şehir ki, uçak pistten kalktığı anda rahatlıyorum adeta. Ve İzmir’e, evime, ait olduğum şehre geliyorum. Burası, son sekiz yılda İstanbul’da olsam da, evim diyebildiğim tek şehir. Her şey bıraktığım gibi. Tek bir şey dışında: kendim.

Burası, her şeyden kaçabildiğim, tüm ışıkları kapatıp, her şeye perde çekebildiğim tek yer. Çünkü korktuğum oluyor: normalde en kaçış sandığım yerlerde bile kaçamıyorum artık. Eskiden uzaklara, dağa, şehir dışına gitmek iyi geliyordu. Artık kesmiyor. Beni rahatsız eden her şeyi içimde götürüyorum. Ama İzmir farklı. İstanbul’un benden aldıklarını, geri vermiyor belki, ama en azından biraz olsun, daha fazla zarar vermesini engelleyebiliyor. Burası her şeyden uzak. Burada insanlar doğal. Burada her şey daha gerçek. Evinde sürekli araba sesleri duymuyorsun. Günün beş vakti, ne olduğunu bile anlamadığın bir böğürmeyle uyandırılmıyorsun. Burada koyunlar değil, hayatın ne olduğunu anlamış insanlar var. Lobi yapıp yalnızca tanıdıklarını destekleyen, güleryüzlü yavşak işadamları yok. Sana ihtiyacı varken hayatına sokup, ihtiyacı olmadığında kenara atıp yüzüne bakmayan insanlar da yok. Hiçbir şey yok. Sade ve doğal.

Belki güzel hayaller de yok. Güzel, sahte hayaller. Yüzeysel zevklerimizi tatmin eden, günün sonunda istemeyeceğimiz hayaller. Hiçbiri yok. İnsanlar, olmayan şeyler vaat etmiyorlar. Buraya herkes giremez dostum. Sessizlik var, Alaçatı’mız var, buz gibi ama tertemiz denizimiz var, Karşıyaka’mız var, araba egzozları olmadan nefes alabildiğimiz sahilimiz var, beslediğimiz sokak hayvanlarımız var, huzur var, saygı var. Paran kadar değil, insanlığın kadar konuşuyorsun. Yobazlar, dinciler, dar görüşlüler, terörist destekçileri, yandaşlar yok burada. Bir şey yapmaya çalıştığında, insanlar önünü kesmiyor, sana destek oluyor. Sokaktaki rastgele insanlarla derin muhabbetlere girebiliyorsun. Seni üzen, kendi rezillikleriyle seni aşağı çekmeye çalışanlar da yok. Evet, belki imkanlarımız da az. Olmayıversin. Sahtelik içinde, varlık içinde yokluğu, kendisi en başta muhtaç ettiği yüzeysel zenginliklerle bastırmaya çalışan kısır döngü olmayıversin hayatımızda. Ancak bir sosyal statü kazandığında yüzüne bakan, sokakta görsen selam vermeyecek insanlar olmayıversin. Koşuşturma ve stres olmayıversin. Sahte mutluluklar vaat eden insanlar olmayıversin.

Her şeyden uzak kalmak çok güzel. İnsanların yapmacıklıklarından, paradan puldan, gürültüden, devamlı büyüyen bir tatminsizlikten uzak. Eğer hayatımızdan, anlam katan her şeyi alıp parçalayacaksa,

Bırakalım da olmayıversin İstanbul. Bırakalım da olmayıversin, beni kendimden uzaklaştıran şehir.

Son

Bir şeyin bitmesi. Bir ilişki, ya da bir tatil. Ya da hayatımızda adı konulabilir bir dönem. Bir insanın hayatı, belki de bir şirketin ya da organizasyonun hayatı. Herhangi bir olgunun sonunun gelmesi, ve çok önemi olmayan bir olgu bile olsa, bir daha onun var olmayacağını bilmek. Tuhaf bir duygu.

“Bu tatil bitmesin”. “Bu konser bitmesin.” “Bu ilişki bitmesin.”  “Bu ortamı kaybetmeyeyim.” “Arkadaşlarım gitmesin.”

Son’lar neden bizi rahatsız ediyor? Neden her şeyin kalıcı olmasını, hep devam etmesini istiyoruz? Neden, bizim için aslında hiçbir önemi olmayan şeyler bile, eğer bitiyorsa ve bir daha olmayacaksa, bir anda önem kazanıyor? Kimi insan bunu hiç düşünmez, ancak son zamanlarda sürekli bu soruyu kendime sorup dururken buluyorum. Olaylar, şeyler, anılar ve insanlar içimizde kontrolümüz dışında, kendi hayatımızdaki yerlerini buluyorlar. Yerlerini bulmaktan da öteye gidiyorlar, hayatımızdaki diğer her şeyle ilişki kuruyorlar. İnsan ilişkisi gibi değil. Daha çok, düşüncelerimizin, birbirini hatırlattığı türden bir ilişki. Bir görüntünün bir yeri, bir sesin bir duyguyu, bir kokunun bir insanı hatırlatması gibi. Yeni bir yerlerdeyken, yeni insanları tanırken, yeni bir şey denerken, aslında kafamızda farklı bir yere giriyoruz. Mental olarak daha önce var olmadığımız bir yerdeyiz. Değişik geliyor. Etraftaki her etkenden çok fazla etkileniyoruz, sürekli bir şeyleri kaydediyoruz.

Zekiyiz, daha sonra hayatımızdaki diğer olayların ve kişilerin, geçmişimizi bize hatırlatacağını biliyoruz. Bu yüzden bir şeylerin sonunun gelmesi, bir daha olmayacağı, aslında farklı bir düşünceye girmemize neden oluyor: insanın her şeye alıştığını (kabullendiğini, hep öyle devam edebileceğini demiyorum), beyninde o olguya (bir olay, kişi, yer ya da herhangi bir şey) bir yer ayırdığını biliyoruz, hatta eğer bu güzel bir şeyse çok kolay alışıyoruz, ve daha sonra hayatımızdaki diğer olayların da bunları hatırlatacağını biliyoruz. Buna engel olmaya çalışıyoruz. Ulaşılmaz olanın çekiciliği de bu yüzden. Şöyle düşünün: eğer o ulaşılmaz olan şeyin varlığını bile bilmeseydiniz, yokluğu ya da kaybetme korkusu gerçekten sizi rahatsız eder miydi? Tabii ki de hayır. Ancak bir şey var ise, ona kolayca alışıyoruz. Hayatımızdaki diğer konularla ilişkilendiriyoruz. Ve canlılar, hep sahip olmaya, kaybetmemeye programlanmış. Evrimsel olarak bunun nedenini görmek zor değil: tarih boyunca ulaşılabilirlik açısından kısıtlı kaynaklar, kaynaklara en çok sahip çıkabilenin hayatta kalıp diğerlerinin hayatını sürdüremeyeceği biçimde rol oynamış. Bu yüzden de kaynaklara sahip çıkabilenlerin genetik kodu nesilden nesile gelişerek aktarılmış.

Kaybetmemek istiyoruz. Bir şeyi kaybetmek, bizi en derinden karşı koymamız için tetikliyor. Bu tamamen doğal bir geribesleme. Değiştiremeyiz. Yapabileceğimiz en doğru şey, kaybetmemenin, ya da en azından o şeyi istersek geri kazanabileceğimizi bilmenin yollarına bakmak. Bu durumda rahatlıyoruz. “Tamam şimdi buradan gidiyorum ama tekrar geleceğim” diyebilmek bizi rahatlatıyor. Çünkü o zaman kaybetmediğimizi biliyoruz. O olguya bir noktada tekrar sahip olabileceğimizi biliyoruz. Acıkıyoruz, ancak şu an olmasa bile açlıktan ölmeden önce tekrar yiyebileceğimizi biliyoruz, ve bu bize huzur seviyor. Savaşma, sürekli tehlikelere karşı uyanık olup gerek fiziksel gerek mental anlamda yorulma güdümüzü durduruyor. Daha sağlıklı düşünebiliyoruz. 

Bizi asıl rahatsız eden şey, aslında bir şeyin bitmesi değil, bir daha var olmayacağı düşüncesi. Eğer sonu olan olayların, bir gün tekrar devam edeceğini bilirsek, hayatımıza daha sağlıklı devam edebiliriz. Bazen ise bir sonun geldiğini sanarız, korkarız, üzülürüz, umutsuzluğa kapılırız. Ancak aslında o bir son değildir, ve en güzeli ise, onun son olduğunu sanmamızdır. Çünkü ancak her şeyden vazgeçtikten sonra, bir şeyin değerini anlarız. Ve ancak gerçekten değerini anladıktan sonra, kaybedilen bir şeyleri yeniden kazanmak, bizi yeniden hayata bağlar.

Son sandığımız tüm Son’lara gelsin.