Yalnızlık ve Soyutlanma

“Kalabalık. Çok fazla insan var. Yeni bir yere giriyorum, bir sürü yeni insan. Bazılarıyla hiç tanışmıyorum bile. Aile, arkadaşlar… Herkes her yerde. Kendimi ne kadar soyutlamayı denediysem de insanlardan kaçamıyorum, bir şekilde dönüp dolaşıp buluyorlar. Çok kalabalık, ve bu kalabalığın ortasında yalnızım.”

Hepimizin, çevresinde bir sürü insan varken de yalnız hissettiği olmuştur. Kalabalıktasınızdır. Belki aileyle, belki arkadaşlarla, belki bir toplantıda, belki bir partide, belki de uzaklarda. Sonuç olarak çevrenizde fiziksel açıdan bir sürü insan vardır. Ama bir şey eksiktir. O insanların ne kadar çok olduğuyla ilgili değildir. O insanların ne kadar iyi insanlar olduğuyla ya da size ne kadar yakın olduklarıyla da ilgisi yoktur. O insanlarda hiçbir sorun yoktur. Sorun sizdedir. En derinde bir şeyler eksiktir.

Dönem dönem eksik ya da dünyadan soyutlanmış hissederiz, ancak son zamanlarda biraz daha mı arttı? Yeni dünya düzeninden midir, yoksa o düzene ayak uydurmamak için direnenlerden mi? Herkesi içine çeken karanlık adeta bir kara delik gibi büyüyerek bize yaklaşıyor sanki. Kaçıyoruz, ama içindeyiz aslında. Sadece içinde olduğumuz gerçeğini anlamamız zaman alıyor.

En çok da en sevdiklerimizden kaçıyoruz. Bize zarar verebilenler onlar değil mi zaten? Bizi truva atı gibi içeriden fethedenler, savaşma şansı vermeyenler, kendimiz olmamıza, ayağa kalkmamıza izin vermeden bizi yerle bir edenlerden kaçıyoruz. Çünkü onların bir sözcüğü bizi bu kabustan uyandırabilir ve hayata döndürebilir. Onların bir sözcüğü bize dünyanın öbür ucundayken evimizde, ya da evimizdeyken uzay boşluğunda sonsuzluğa doğru ölüme terk edilmiş hissettirebilir.

Bazen soyutluyoruz kendimizi. Tüm ışıkları, kapıları kapatıyoruz hem fiziksel hem mental anlamda. Yapayalnız kalıyoruz, çünkü insanların bize yaşattığı fiziksel birliktelik mental yalnızlığı dengeleyemezse bir gemi gibi batıyoruz. En soğuk okyanusta boğuluyoruz hem de. Yardımımıza kimse gelemiyor. Bu yüzden kaçıyoruz, çünkü yalnızken, insanlarlayken hissettiğimizin aksine, yaşadıklarımız gerçek. Kendimizi kandırmıyoruz. Gözümüzü kapatıyoruz. Açana kadar güzel bir hayal dünyasındayız. Kimse bizi rahatsız etmiyor. Kafamızın içinde her şeyi yaşıyoruz. Hesap vermemiz gerekmiyor. İstediğimiz her şeye sahibiz, istediğimiz insanlarlayız, yaratıcılığımızın sınırı yok.

Belki de en güzeli bu. Saçmalıklar nereye kaçarsak kaçalım, insanlar olduğu sürece bizi buluyor. Sevdiklerimizi, hayallerimizi, umudumuzu, yaşamak istediğimiz geleceğimizi, benliğimizi alamayacakları tek yer kafamızın içi. Gece yatıp gözlerimizi kapadığımızda, ya da kimse yokken yıldızlara bakarken karanlıkta, hayal kurmamızı, onu yaşamamızı ve dibine kadar hissetmemizi hiçbir şey engelleyemez. Olması gereken belki de budur. En sevdiklerimiz bize zarar verir, ancak biz yılmayız. Çünkü biz insanların yaptığı hataları gerçek olarak kabul edene kadar, hiçbir şey gerçek değildir.

Tek gerçeklik kendi içimizdedir.

Senin Ağzına Sıçarsam Bana Aşık Olursun

1973 yılının Ağustos ayında İsveç, Stockholm’de bir grup silahlı soyguncu bir bankaya girerek dört kişiyi rehin aldı. Rehineler günlerce soyguncular tarafından tutulup ölüm ile tehdit ediliyor ve en sonunda soyguncuların teslim olmasıyla kurtarılıyorlar. Ancak olayın ardından rehineler tuhaf bir biçimde polisi suçlayıp soyguncuları savunuyorlar.

Hayatımıza bir sürü insan girip çıkıyor. Bazılarını fark etmiyoruz bile. Çok sevdiklerimiz oluyor, bazen ise çok sevildiğimiz oluyor. Bazen iyi polis oluyoruz, bazen farkında olmadan kötü polis olup, masum insanların mahvediyoruz. Kendimizdeyiz, ya da değiliz. Bazen bize yapılanların acısını suçu olmayan birinden çıkarmak için, bazen ise farkına bile varmadan. Kötü değiliz, ancak insanlara kötü davranabiliyoruz. Hem de çok kötü. Ve bir şekilde, mantığımız devre dışı kalıyor. Ve kendimizi, bizi sevenlerle değil, bizim ağzımıza sıçanlarla buluyoruz.

Bundan yıllar önce insanların neden kendilerine acı çektilerenlere gittiklerini anlamazdım. Lise dönemleri ve üniversitenin ilk yıllarında, bütün düzgün ve mantıklı olması gereken erkekler tabiri yerindeyse en leş kızlarla, bütün tatlı kızlar da en serseri, “yavru alim mi” seviyesinden öteye gidememiş tiplerle takılıyorlardı.

Yıllar geçti, ancak insan davranışı değişmedi. İnsanlar büyüyüp olgunlaşıyordu, deneyim sahibi oluyorlardı, ancak hala doğru insan yerine, olabilecek belki de en yanlış insanlara gidiyorlardı. Ya herkes aptaldı, ya da bu işin derininde insanları aptal davranmaya zorlayan başka bir şey vardı: traumatic bonding (travmatik bağlanma).

Stockholm Sendromu‘nun da temelini oluşturan bu durum, bize zarar verenler, ya da daha açık biçimde söylememiz gerekirse ağzımıza sıçanları neden bu kadar sevdiğimize psikolojik yönden bir açıklama getiriyor. Onlara gerçekten bağlanıyoruz, kopamıyoruz, bağımlıları oluyoruz. Daha da ileri gidip, onların yaptıkları yanlış ve kötü davranışları savunuyoruz. Bunun da psikolojideki adı bilişsel uyumsuzluk (cognitive dissonance). En basit haliyle, yanlış olayları “o kadar da kötü değilmiş” gibi tanımlamaya deniyor. Bunların hepsini birleştirdiğimizde ve özellikle bizim insanımızın yetiştirilme tarzı gereği ezik psikolojisine sahip olmasını da eklediğimizde ortaya serseri, “yavru alim mi”ci kıro, kadını seks objesi olarak gören erkek tiplerine ilgi duyan kadınlar ve leşbasit kızlara kaptıran erkekler çıkıyor.

Kendilerine zarar veren insanlara karşı bir bağ oluşturmak, insan psikoloji açısından tamamen doğal bir davranış. Ancak tabii ki, bunun doğal olması bunu doğru yapmıyor. Bana göre bu durum, insanın evrimsel sürecinde ileride düzelecek bir sorun. Çünkü sağlıklı olmayan ilişkilerin sonucunda doğacak veya yetişecek çocuklar da sağlıklı olmaz, bu tür sağlıksız psikolojiye sahip insanların da doğada yaşamını ve soyunu devam ettirebilmeleri, sağlıklı olanlara göre daha zordur. Bu yüzden, “ağzına sıçana giden” insanlar zamanla ortadan kaybolacak, ancak ne yazık ki bu süreç binlerce, belki de yüzbinlerce yılda olduğundan bunu göremeyeceğiz.

Bu duruma karşı ne yapmalıyız? Bir ayna karşısına geçip kendimizi ve duygularımızı mı sorgulamalıyız? Yoksa insan psikolojisindeki bu bug‘ı olduğu gibi kabullenip ona göre mi yaşamalıyız? Bence insanları rasyonel değerlendirip, bize gerçek faydalarını, hayatımıza kattıklarını ve hayatımızdan aldıklarını tartmalıyız. Eğer bir insan bize yararından çok zarar veriyorsa, hayatımızdan çıkarmalıyız. Ondan sonra geri dönüp hayatta bizi gerçekten mutlu edenlere gerçekten vermemiz gereken değeri verip vermediğimize bakmalıyız. Ancak o zaman doğru insanlarla oluruz. Ancak hayatımızdan insanları çıkartmaktan korkmayıp, yeni insanları tanımaya açık olduğumuzda doğru kararlar verebiliriz. Dürtüselliğe kaptırmayıp, sakince sezgilerimizi dinlemeliyiz. Çıkarmamamız gereken insanları çıkarmamız da büyük bir hatadır. Gerektiğinde insanları en derinimize gömmeliyiz, ama kimseye haksızlık yapmamalıyız.

Söylemesi kolay tabi. Ancak bunu yapabilecek miyiz? Bize gerçekten değer veren insanları hayatımıza kabul edecek miyiz? Yoksa içimizdeki eksikliği bastırmak, kendimizi kanıtlamak adına, kişisel egolarımızı yüceltmek uğruna yine ağzımıza sıçan, umrunda olmadığımız insanlarla mı zamanımızı geçireceğiz?

Senin ağzına sıçarsam bana aşık olursun. Aradığında açmazsam, başkalarına ilgi gösterdiğimi belli edersem, seni ikinci plana atarsam, yalanlar söylersem beni elde etmek için delirirsin. Sana dürüst olursam, duygularımı açıkça ifade edip gerçekten önemli olduğunu ve değer verdiğimi hissettirirsem de ağzıma sıçarsın, kendi ezikliğini benden çıkarırsın. Çünkü kendini kanıtlama çaban yoktur. Karşındaki insanlar zaten hiçbir zaman umrunda değildir. Sadece kendi egon umrundadır, ve karşında biri seni ezmedikçe, üzerine çıkma ihtiyacı hissetmezsin. Çünkü iyi değilsin, egolusun sadece. Hatta bunun kendin bile farkında değilsin belki de…

Sevgili insanoğlu, böyle olduğun sürece zavallısın sen.