Her Şey Sadece Hayal İse?

Hepimizin başına açıklayamadığı, tesadüf olamayacak kadar tuhaf, psikolojinin ve istatistiğin açıklayamadığı tuhaf olaylar gelmiştir. Bazen gün içindeki çok sıradan bir olay bile, olduğu an itibariyle bizim kafamızda tuhaf soru işaretleri bırakır. Bazen ise geriye dönüp noktaları birleştirip kendi hayatımıza hayret ederiz. Sanki her şey önceden yazılmış, her şey bir senaryonun bütünüymüş gibi. Sanki hayatın tüm bu kaosu ve karmaşası bile kontrol altındaki bir senaryonun parçasıymış gibi. Peki ya öyleyse?

İleri gelen bilim insanlarının son zamanlarda ciddi ciddi üzerinde düşündüğü simülasyon hipotezi bu düşünceyi desteklemektedir. Sabah uyandığımız yatağımız, evimiz, ailemiz, sevdiklerimiz, içtiğimiz su, dokunduğumuz ağaç, aldığımız nefes, düşüncelerimiz, inançlarımız, yaşam, doğum, ölüm ve akla gelebilecek diğer her şey bir simülasyonun bir parçası ise, bunu nasıl anlardık?

Hadi taşı toprağı betonu anladık, ama insanlar? O sokakta konuştuğumuz yüzüne güldüğümüz adam? Peki ya en yakın arkadaşlarımız? Geçen gün uzun uzun derin muhabbetler yaptığımız o insan? Dün gece beraber uyuduğumuz sevgilimiz? Evlendiğimiz ve hayatı beraber yaşadığımız eşimiz? Bizi büyüten annemiz, babamız? Tüm akrabalarımız? Herkes bu simülasyonun içinde yaşıyor olabilir mi? Ya da daha kötüsü, hepsi yalnızca simülasyonun bir parçası olabilir mi? Westworld/The Truman Show/Black Mirror karşımı bu distopik dünyada belki de tek gerçeklik bir karanlık tozlu bir laboratuvarda bilinç yaratma denemesinin bir testidir? Ya da kimyasal bir sıvının içinde tüm nöronlarına elektrotlar bağlanmış ileri-teknolojik bir odada bilgisayar kontrolünde, belirlenmiş bir senaryonun elektriksel sinyallerle uyarılarak bir film gibi oynandığı bir filmin tek gerçeklik olmadığından nasıl emin olabiliriz?

Ya şu an okuduğun bu cümleler bile senaryonun bir parçasıysa? Yalan ne kadar büyükse o kadar inandırıcı olur. Güce sahip olmak için devletlerin, daha küçük devletleri istila etmek için kendi kulelerine uçak çarptırdıktan sonra diğer devlet saldırmış imajı çizip o ülkeye savaş açması bile çoğu insana uçuk bir teori gibi gelirken, ya da milyarlar binlerce yıldır tekrarlanan çocuk masallarına akıl bile yürütmeden inanırken, kimin simülasyonda yaşıyor olabileceğini sorgulamasını bekleyebiliriz ki?

Peki ya bazılarımızın aklına bir şekilde bu gerçek(!)liği sorgulamaması için tanrı kavramı fiziksel seviyede kodlanmışsa ve tüm inanç sistemi yalnızca simülasyondakilerin, aslında her şeyin simülasyon olduğunu anlamalarına engel olan bir yazılımın beta sürümünün testi ise?

Ya da henüz uzaylılar ile neden iletişim kurmadığımızı ele alan Fermi Paradoksu‘nun çözümlerinden biri olan çünkü simülasyonun içinde yaşıyoruz cevabı neden keşfettiğimiz bütün uzayda başka hiçbir hayat belirtisi bulamadığımızı açıklıyorsa? Uzay bir oyun haritası gibi uçsuz bucaksız bir yerse ancak simülasyonda yalnızca dünya bölümü tasarlandıysa, ancak şu an simülasyon dünyası fazla geliştiğinden dolayı biz Mars’a koloni gönderirken biri simülasyonu duraklatıp Mars’ı da tasarlayıp, sonra kaldığı yerden oynatmaya devam edecekse, biz bu duraklamayı nasıl fark ederiz ki?

Peki her şey film kareleri ve çok ufak piksellerden oluşuyorsa, ışık hızı ve yerçekimi sabiti dediğimiz şey simülasyonu kontrol etme amaçlı koyulmuş bir sayı ise ve bilim ile şu ana geldiğimiz seviyede zar zor ulaşabildiğimiz ve bu sabitlerden türemiş, bir anlam ifade eden en kısa mesafe olan Planck length, aslında simülasyondaki bir piksele eşitse ve Planck time, tıpkı bir film karesi gibi tek bir frame‘e eşit ise? Biz bilimde geliştikçe, simülasyonu yaratanlar bizi izleyip “şimdi sıçtık, biraz daha ilerlerse simülasyonun sınırlarına vuracaklar, ne yapmalıyız” diyorlarsa ve bu yüzden simülasyonu durdurup, özgür düşünce adlı, aslında yalnızca kendilerinin gerekli durumlarda simülasyona müdahale etmek için kullandığı backdoor ile daha da fazla inanç ile insanların doğal davranışlarını override ederek bu tür bilimsel gelişmelerin önüne geçilmeye çalışıyorlarsa?

Hayat dediğimiz şey, bağırsağa yerleşen bir parazit kadar basit bir biçimde bilincimiz üzerine yerleşen ve bizi bir bedene ve üç boyutlu düzleme ve tek yönde lineer ilerleyen zamana hapseden bir parazit ise, ve bu parazit daha güçlü varlıklar tarafından bazı bilinçsel varlıkları kontrol altında tutmak açısından 10. boyutta bir laboratuvarda, olabildiğince çok sayıda bilinçsel varlığa bulaşması için tasarlanmış ise? Ya da bu parazitin en büyük silahı bizi hayata hapsetmenin de ötesinde, bizim bilincimizi o hayatı kaybetmenin en kötü şey olduğuna ikna etmesi böylece aslında bir kurtuluş olan ölümden bizi koruması ise?

Peki ya simülasyonu yönetenler arasında kavga çıktıysa ve bazı taraflar aslında simülasyonda olduğumuzu fark ettirmeye çalışma kararı alıp bazıları da bunu engellemek adına sisteme Matrix‘teki gibi ajanlar soktularsa ancak burada bazılarının rolleri gerçeği görmemizi engellemek iken bazılarının rolleri bize gerçeği göstermek ise? Bazı insanlar aslında yalnızca simülasyonun genel yönünü dünya çapında çığır açacak olaylar ile değiştirmek için varlarsa? Ya da simülasyonun olası senaryoları oynatılıp bitirildiyse, şu an ise simülasyonda çok ileri gelecekteki bazı varlıklar bir şekilde üst boyuta geçebilmeyi başarmış, simülasyonun kendi zamanı içinde, Interstellar‘daki gibi geriye mesaj göndererek aslında bize yapmamız gerekeni yaptırıyorlarsa? Ya da bütün üst boyuta geçiş planı da simülasyonun en başından beri bir parçası ise?

1940’larda transistörün icadından önce günümüz bilgisayarlarının düşüncesi bile yalnızca bazıları için uçuk bir hayal olup diğerleri için hayal bile olamayacak kadar imkansız iken, o zamanlar kimsenin düşünemeyeceği şu anki quantum bilgisayarların bile gücünü henüz kavrayamamışken, şu anda cloud üzerinde sanal bilgisayar yaratıp onun içinde de sanal bilgisayar yaratabilecek seviyedeyken, gelecekteki potansiyel, tamamen farklı bir prensip ile çalışan, muhtemelen insan değil, insanı zeka açısından sollayacak yapay zeka ürünü potansiyel yeni bir bilgisayar altyapısının, belki de bizi type 2 civilization seviyesine yükselterek güneşin tüm enerjisi ile çalışarak evrenin tüm sırlarını çözebilmek adına, bizim laboratuvarda big bang‘i simüle etmeye çalıştığımız gibi tüm evreni, bilinen sınırlara yeterince yakın koşullarda simüle etmeye çalışmayacağını nereden bilebiliriz?

Ne olursa olsun cevabını tam olarak bulamadıkça, bulsak da emin olamadıkça en çok merak edeceğimiz şey evrenin, zamanın, yaşamın başlangıcı, bitişi, ve ardında ne olduğu değil mi zaten? Belki bir gün yeterli güce ulaşıp, fizik kurallarını simüle ederek bir evren yaratırız ve merak ettiğimiz cevapların belki de hepsini alırız. Belki de bu evrenler kendi içlerinde gelişip, medeniyetler oluşturup, teknolojilerinde ilerleyip aynı şekilde bir gün daha ufak çapta kendi simülasyonlarını oluştururlar. Belki de daha sonra bu evrenleri yalnızca bir intergalaktik sıradan bir araba aküsünden enerji üretmek için kullanırız (anlayana), kim bilir?

Uçuş Modu, İkinci Bölüm

Uzun süredir yazmamışım. Unuttuğumdan değil ha. Sadece erteliyordum. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Ne blog yazmak, ne fotoğraf çekmek, ne müzikle uğraşmak, ne bir şeyler çiziktirmek, ne yaratıcı yeni bir projeye atılmak, ne DIY projelerimle ilgilenmek, kısaca hiçbir şey. Motivasyonumu kaybetmiştim. Beni motive eden, hayata bağlayan tek şeyi kaybetmiştim tamamen. Üzerimdeki baskıyı attım, sonucundan bağımsız olarak, doğru olduğuna inandığım yöne atıldım diyelim. Daha önce uçuş modunun hafifliğinden bahsetmiştim. Bu sefer işi bir ileri seviyeye taşıdım ve tüm dünya ile iletişimimi bir anda kopardım. Telefonumu kapattım. Tamamen. İki haftadan uzun süredir, ana işi cep telefonuna app yazmak olan biri olarak ironik bir biçimde cep telefonu kullanmıyorum.

Sadece fiziksel olarak görüştüğüm insanlar ve işle ilgili bağlantılar… İnternet bir anda bundan ibaret oldu. Dışarı çıkarken yanıma telefon almamak yavaş yavaş doğal bir his haline geldi. Bilgisayarımı her açtığımda Facebook’a girmemek, sabah uyandığımda Snapchat’e/Instagram’a bakmamak doğal aktivitelerim haline dönüştü. Her şey çok hafifti. Fazla hafif. Bu kadar hafif olmamalıydı belki de. Basit şeylere anlam yükledikçe daha anlamlı geliyordu hayat. Oluyordu demiyorum, yalnızca geliyordu. Önemsiz şeyleri önemliymiş gibi göstermek hayatın bize en büyük illüzyonlarından biriydi.

Şehirden de uzaklaştım. Çeşmeye geldim. İnsanlardan sanal ortamda uzaklaşmanın üzerine, fiziksel olarak da insanların pek olmadığı yerleri tercih etmeye başladım. Biraz sıkıcı, ancak gerçek. Sahte değil. Sahte bir hayatın düzenine o kadar alışmışız ki, doğal olan, insan yapımı olmayan her şey bize tuhaf geliyor. Doğal ve gerçek olan tuhaf geliyorsa, asıl tuhaf biz değil miyiz zaten? Önce İstanbul’dan kaçtım, sonra da İzmir’den. İzmir’i sevmediğimden değil ha, Karşıyakasıyla, Alsancakıyla, Bornovasıyla canım o benim, ancak biraz şehirden uzak olmak daha doğru olabilir. Şehirde bir sürü sahte insan, bir sürü şey var. Her yerden üzerimize gelen insanlar, reklamlar ve insan beyninin kaldıramayacağı miktarda fazla bilgi akışı. Bir yerden sonra kafayı yememiz çok normal. Teknolojinin ve medeniyet sandığımız gelişimin hızı, evrimin ayak uydurabileceğinin çok ötesinde. Bir şeyler kontrolden çıktı. Ve şehir hayatı yaşayan çoğu insan bunu fark edemiyor. Herkes sıkılıyor, stresli, ama nedenini çözemiyor. Nedeni yaşadıkları hayatın kendisi zaten.

Sahte bir düzenle, sahte inançlarla, sahte amaçlarla uyuşturulmaya alışmışız. Ondan kopup gerçeğe dönmek tuhaf geliyor. Ama gerçek bu işte. Gerçek olandan yalnızca bir yere kadar kaçabiliriz. Yalnızca bir yere kadar kendimizi kandırabiliriz. Gerçek sonunda bizi bulur. Bazen yalnızca sessizce yıldızlara bakmaktır gerçek, bazen ise rüzgarın ve dalgaların sesi arasında kaybolmak. Bazen ufak bir çocuğun gözündeki masumiyet, bazen ise bir suçlunun yaşadıklarının arkasındaki haksızlıklarla dolu bir hayat. Farklı hikayeler bizi gerçek olana bağlar, ve hissettiklerimizi ölümsüzleştirir.

Bunu yazarken tam onaltı gündür cep telefonum kapalı. Bir kez dahi açmadım.Yalnızca birkaç hafta önce iPhone/App’ler/Snapchat/Instagram/Dating dünyasında yaşarken, hayatımda bunların olmamasına tamamen alıştım. Arayan, mesaj atan yok, ya da var ama ben görmüyorum. Gerçekten önemli bir şey olduğunda buradaki ev telefonumdan, ya da gerçekten görüştüğüm insanlarla iletişim halinde kalmak için açık tuttuğum Facebook ve Messenger üzerinden bana zaten ulaşabiliyorlar. Daha fazlasını da istemiyorum zaten. İstemediğimi, uzaklaşınca fark ettim. Yüksek tempolu hayat tarzında, sürekli birilerinden notification gelmesi hoşumuza gidiyor, bizi pohpohluyor, uyarıyor.

Son birkaç günde, app test etmek için kullandığım bir test cihazına Instagram’ı ve Tinder’ı kurdum. Bana yalnızca oralardan ulaşabilecek, ve ulaşması gerekebilecek insanlar var, ve yeni insanları tanımayı seviyorum. Ama kendime şu sözü verdim: sadece yapacak başka bir şey olmadığında (ve üretken de hissetmiyorsam) ya da gerçekten önemli bir mesaj bekliyorsam bakacağım, onun dışında bakmayacağım. Zaten notification’ları da kapattım. Telefondan uzak kaldığım zamanda şunları anladım:

  • Telefona kesinlikle ihtiyacınız yok. Olması faydalı olabilir, ancak kesinlikle zorunlu değil. Başta eksik geliyordu, ama yokluğuna alışınca, varlığından daha güzel.
  • Mobil teknolojinin beklentilerimizi ne kadar artırdığını telefon kullandığımız sürece anlayamıyoruz.
  • Sürekli iletişim halinde olmak, aslında manevi anlamda dünyaya olan bağlılık duygumuzu bastırıp, onu somut ve sahte bir seviyeye indirgiyor. Tıpkı yalnızlığı uyuşturucularla bastırmaya çalışan köleler gibi oluyoruz.
  • Telefon bizim yerimize bir şeyleri çözmeyince, bir şeyleri tekrar kendimiz, aklımızı kullanarak çözmeye başlıyoruz. Örneğin bir fikri hemen not alamayınca hafızamız gelişiyor, bir şeyi anında Google’lamak yerine daha fazla üzerinde düşünüyoruz.
  • İnsanlarla yine görüşebiliyorsunuz. Başta buluşmak sorun olacakmış ‘iki dakikaya oradayım’ diyip location atmaktan yoksun olunca birbirinizi kaybedecekmişsiniz gibi gelse de, şu süre boyunca bir sürü insanla buluştum, en ufak bir sıkıntı yaşamadım.
  • Sorumluluk duygusu yükseliyor. Birine onbeş dakikaya geliyorum dediğinizde, gerçekten o sürede tam olarak söylediğiniz yerde oluyorsunuz.
  • Boş kaldığınızda telefonunuzdaki notification’ları, Instagram’ı, Facebook’u kontrol etmiyorsunuz. Onun yerine daha anlamlı ve değerli şeyleri düşünüyorsunuz.
  • Günler daha uzun gelmeye başlıyor. Sürekli bağlı olma ve bir şeyler bekleme hissinin yok olmasının etkisi mi, bilmiyorum, ancak iki hafta bana resmen 6-7 ay gibi geldi.

Peki, nereye kadar böyle gidecek? Bir daha hiç açmayacak mıyım? Açıkçası bu sorunun cevabı bende değil. Bir gün illa ki açarım (gerçi hiç kullanmayan ve saygı duyduğum örnekleri de mevcut) ancak ne zaman bilmiyorum. Umrumda da değil. Eksikliğini hissetmiyorum. Bana ulaşmaya çalışan da ulaşıyor her türlü. Size önerim, bu yaptığım digital detox‘u bir deneyin. Bahaneler bulmayın, ama‘lar yok. Eskiden cep telefonu yoktu, insanlar yaşıyordu. Her şey daha anlamlıydı. Cep telefonlarını sevmiyor değilim, aksine teknoloji düşkünü biriyim. Ama teknolojiden daha çok sevdiğim bir şey varsa o da doğanın kendisi. Ana mesleği iPhone’a app yazmak olan, sosyal medyayı aktif kullanan, insanlarla görüşen sosyal biri olarak ben yapıyorsam, herkes yapabilir. Çünkü böyle her şey daha gerçek.

Şimdi, herkesten ve her şeyden uzak, offline takılmaya devam edeceğim.

Sevgiler.

Dünyamız Parçalanıyor

Dünya’mız. Ufacık, bir tanecik dünyamız. Bakmayı, korumayı beceremediğimiz dünyamız. Yalnızca gezegen olarak, fiziksel Dünya’dan söz etmiyorum. Dünya adlı gezegen ve çevresinde yarattığımız her şey, evrimin ilk adımlarından yüz milyonlarca yılda şu ana, tam olarak bugünlere gelene kadarki her an. Mikroişlemcilerin işleme gücünün artmasıyla neredeyse insan kadar bilinçliymiş gibi davranabilen robotların gittikçe geliştiği, hayatımızın app’ler üzerinden devam ettiği şu günlerde hayatı yüzeyselleştirmek konusunda üzerimize yok. Boş insanları bize daha da yaklaştıran markalarımızla, arkasından döşeyip yüzüne güldüğümüz robotlarla, insanları giyim ve davranışları gibi yüzeysel kriterler üzerinden sosyoekonomik sınıflara böldüğümüz, şaheser niteliğinde ve bir o kadar da komik ayrımcılığımızla. İşte bu yeni dünya düzeni.

Kapitalizmin dibindeyiz, sağlığı parayla satın alıyoruz. Başkalarının bizden üstünlüğünü kabul edip onları mutlu etmek için koşturuyoruz. Ezilmeye çok alışmışız. Hiyerarşi bizden sorulur, özellikle de biz aşağıdakiler, zaten bizimle eşit haklara sahip olması gereken insanların bizden daha fazla hakka sahip olmasına karşı çıkıp isyan etmeyerek yenilgiyi baştan kabullenmişiz. Parçalanıyoruz.

Paylaşmaktan kaçıyoruz. İnsanları, el ele olmamız, birlik ile gücü doğurmamız gereken insanları başkalaştırıyoruz. Kendimizi toplumdan soyutlamakta üzerimize yok. Bize bugün dokunmayan yılanın yarın yuvamızı yıkabileeğini göremiyoruz, bir adım ilerisi dedik mi miyobuz. Empati yoksunu sefil yapmacık cam fanusumuzda basıyoruz antidepresanları. Çünkü kimyasal maddelerle beynimizi stabilize etmezsek duygularımız isyan edecek. İsyan edenler ise bu toplumda istenmiyor. Normlara karşı çıkan anarşistlere yer yok, yukarıdakiler sinirleniyor, keyifleri bozulmamalı. Tabii ki de isyan edenler tuhaf, değil mi? Yüzbinlerce yıl boyunca hislerinin ve sezgilerinin evrimleşmesi ile şu noktaya gelebilmiş insanı zorla kalıplara sokup, doğal olarak kalıba uymadığında kimyasal biçimde kontrol ediyoruz. Çok akıllıca, eminim, hiçbir yerde incelmez, eminim hiçbir yerden kopmaz bu model. Eminim her şey çok yolundadır, olması gereken budur. Eminim(!). En derinden parçalanıyoruz.

Bir de evrimi reddeden, kralcı, yukarıdakilerden hoşlanınlar var. Kendilerinden daha üstün, muhtemelen ciddi ego sorunları olan bir gücün, hele de tanımı gereği gücü her şeye yetebilecek bir gücün, bu dünyayı ve kendilerini sefalet içinde yarattığından ona tapmazlarsa, kendilerini öldükten sonra, azıcık sorgulayabilen ufacık bir çocuğun bile inanmayacağı bir hayali ortamda, tamamen dünyevi bir kavram olan yanmak ile cezalandıracağından eminler. En büyük manipülasyon aracı haline gelmiş bu inanç sömürüsü gitgide güçleniyor, ve siyasetin en büyük silahlarından biri halini alıyor. Biz peri masalına inanmayan, kafayı yememiş olanlar parçalanıyoruz.

Siyaset var bir de. Birlik olmak yerine gezegen üzerinde hayali çizgiler çizip, üzerlerine silahlı insanları dikip, kendi seçimi olmamasına rağmen çizginin diğer tarafında doğmuş olanları ötekileştirdiğimiz, onlardan daha üstün olduğumuzu kanıtlamaya çalıştığımız çizgiler. Bu hayali çizgilerin kesişimleriyle oluşan alanlara ülke diyoruz, ve bu ülkelerden hangisinde doğduğun kaderini belirliyor. Avrupa’daysan muhtemelen şanslısın, Afrika’da doğduysan ve aşırı şanslı/zamanının ötesinde değilsen kaybetmeye mahkumsun. İsrail’de doğduysan, sadece ailenden ötürü, dünyayı yönetip zavallı edebiyatı üzerinden prim yapan ve yalnızca kendi içindekileri destekleyen kapalı bir cemaate girme hakkına sahipsin. Türkiye’de doğduysan dünyanın en tuhaf yerine hoşgeldin, kendini, senden yalnızca birkaç kilometre yürüme mesafesi ancak o çizginin diğer tarafında doğmuş diğer insanlara nedensiz yere küfretmen için pohpohlanırken bulabilirsin. En güzel, en güçlü, en haklı ülke senin ülken ne de olsa. Tıpkı en güzel dinin seninki olduğu gibi. Çünkü sen, kendine inanmayıp, senden daha güçlü bir varlığa karşı boyun eğerek, sorgulamayarak bunu en baştan hak ettin. Ezilmeyi daha ilk günden kabullendin, ve ancak fanatizme tutunarak barınabilen bir zavallısın. Aynaya bakmaya korkuyorsun, ödleksin. Biraz daha beynini yıkarlar senin, uyuşturucuyu dayarlar, diğer tarafta kırk huriyi de garanti ederler. Sonra da gider kendini patlatırsın sen. Senin gibiler yüzünden, tam kelime anlamıyla parçalanıyoruz.

Azınlık da olsak kendimiz gibileri buluyoruz. Onlarla yakın oluyoruz. Hala bu iğrenç dünya düzeniyle bozulmamış birilerini gördükçe seviniyoruz. Ancak onlara da güvenemiyoruz. Sistem, bizim yüzümüze gülüp bize görmek istediğimiz şekilde görünecek manipülatörler üretmekte o kadar ustalaşmış ki, güvenemiyoruz. Bağlanmak istiyoruz. Ölüm döşeğindeki bir hastanın yaşamak istediği gibi tutunmak istiyoruz birilerini. Robotlaşmış cinsel ihtiyaç gidermenin ötesinde, gerçekten hissederek sevişmek istiyoruz. Bir karşılık beklemeden, çıkar hesapları yapmadan iyilik yapmak istiyoruz. Doğada var olduğumuz, karşı koyamayacağımız benliğimizi yaşamak istiyoruz. Son iki kelime aslında her şeyi özetledi. Yaşamak istiyoruz sadece. Hepsi bu. Yaşayamıyoruz. Sistem yaşamak isteyeni, gerçek duygular barındırabileni ezip, suyunu çıkarıp, posasını çürümeye terk etmek üzerine kurulu. Karşı koyamazsın. Bizi en sevdiklerimizden, elini tutmak istediğimizden ayırıyorlar. Parçalandık, birleşemiyoruz.

Karanlığın içinde çok uzaklarda bir ışık görüyoruz. Onu takip ediyoruz. Çıkmak istiyoruz. Biz ona yaklaşmak istedikçe o bizden uzaklaşıyor. Yoruluyoruz. Gittikçe sönükleşiyor. Yönümüzü kaybediyoruz mutlak karanlıkta. Beynimiz bizimle oyun oynamaya başlıyor. Her şeyin bu kadar sahte olduğu bir dünyada yaşayacak şekilde evrimleşmemiş. Sevgi istiyoruz, güven istiyoruz, barış istiyoruz. Varoluşumuzun temelinde bunlara ihtiyacımız var. Bulamayınca, ilaçlar alarak her şeyi maskelemek yerine cesur olup yaşamayı seçince deliriyoruz. Aslında bu delilik, bu dünya için fazla iyi olmanın, gerçek, cesur, dürüst ve kararlı olmanın, bozulmuş sistemi reddedip hayatı gerçek şekliyle yaşamaya çalışan bir kişiliğin doğal hali. Dünyamızı kurtarmaya çalışıyoruz. Tek istediğimiz özgürlük. Herkes mutlu olabilir, herkes barış içinde yaşayabilir. Kaynakları verimli, teknolojiyi doğru yönde kullanırsak herkese yetecek kadar her şeyden var. Neden savaşmayı seçiyoruz? Neden düşmanlığı ve başkalaştırmayı seçiyoruz? Bu fanatizm nereden geliyor? Neden duygularımızı bastırmayı, yaşamamayı, göz yummayı seçiyoruz? Tüm parçaları birleştirmeye çalışsak da tek başımıza gücümüz yetmiyor. Gözümüzün önünde güzel olabilecek her şey mahvoluyor. Dünyamız parçalanıyor, ve bunu sadece izliyoruz. Sarsılıyoruz, her sabah kalkıp aptal kıyafetler içinde anlamsız şeyler yapıyoruz. Ürettiğimizden fazlasını tüketiyoruz. Bölünüp göz göre göre yönetiliyoruz. Yaşamamayı, zombileşmeyi seçiyoruz. Parçalanıyoruz. Ve buna hayat diyoruz.

Birazcık Teknoloji: 4.5G

Son zamanlarda sürekli duyduğumuz 4.5G konusuna biraz açıklık getireyim dedim. Ben bunu yazarken yarın (1 Nisan 2016) Türkiye’deki operatörlerde çalışmaya başlayacak 4.5G’yi her yerde hepimiz duyuyoruz. Reklamlar, billboard’lar her yerde. Operatörler birbirleriyle yarışıp en hızlısı olmaya çalışıyor. Peki ne bu 4.5G?

Zamanında 3G’nin geldiği günü hatırlıyorum. Sıcak bir yaz günüydü, devrim niteliğindeydi. Hemen tanıdığım birkaç kişiyle, o zamanın açık ara en iyi telefonu olan Nokia N95 ile (hey gidi günler) görüntülü arama denemiştik, ve sanırım bir daha kullanmadık. Video calling özelliğinin, MMS gibi, hiçbir zaman tutmamış olmasını bir kenara bırakırsak, o zamanlar için gayet yüksek hızda mobil İnternet erişimi sağlamıştı bize. Zamanla 3G de gelişse de, bir yerden sonra bize yetmemeye başladı. Gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamı, LTE (Long Term Evolution) adında yeni bir teknolojiye geçmişlerdi ve 3G artık onlar için yavaş, eski bir teknoloji idi.

Tüm üçüncü dünya ülkeleri gibi, biz de henüz bu yeni çağdaş teknolojiden yararlanamıyorduk. 3G’nin bize verdiği, şanslıysak birkaç megabit/saniye’lik İnternet erişimine razıydık. Telefonlarımız yeni teknolojiyi destekliyordu, GSM operatörlerimiz altyapısı son birkaç yılda kısmen de olsa bu teknolojiyi destekliyordu, ancak bu teknolojinin çalışması için gerekli radyo frekanslarının kullanımı devlet tarafından ihaleye açılmamıştı. Kısaca, var olan, hazır teknolojiyi, bürokratik nedenlerden dolayı kullanamıyorduk.

Neyse ki devlet zamanla bu işten de, diğer her şeyde olduğu gibi, fahiş vergilerle kar edebileceğini anladı ve ihaleyi operatörlere açtı. İhalenin tamamlanmasının ve uzunca bir bürokratik engelin ardından, 1 Nisan 2016 tarihi ile LTE Advanced teknolojisi ülkemize geliyor. 3G’den kat kat daha yüksek hızları destekleyen bu teknoloji ile, cep telefonumuzda, İnternet’e dair her şey daha hızlı olacak diyebiliriz. YouTube, Instagram, Vine, web siteleri… Hepsi daha hızlı yüklenecek. Cep telefonumuzu hotspot özelliği ile bilgisayarımıza bağladığımızda, saniyede birkaç megabit yerine onlarca megabit/saniye (aslında teorik olarak yüzlerce megabit/saniye, ancak pratikte bu hızları kısa vadede göreceğimizi sanmıyorum) hızlarında download ve İnternet erişimi yapabileceğiz. Kısaca, her şey daha hızlı olacak.

Cep telefonlarımızın pilini 3G’ye göre azıcık da olsa daha fazla yiyen LTE ile çağa ayak uydurabileceğimizi bilmek güzel. Ancak GSM operatörlerinin aylık 2GB, 4GB gibi, özellikle LTE hızlarında kimseye yetmeyecek kotaları kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. Mobil İnternet tüketimini göz önünde bulundurursak, kotaların ortalama 10-15GB seviyesine çıkması yerinde olur, tabii ki burada GSM operatörlerinin gerçekten insanların ihtiyaçlarına uygun nitelikte hizmet mi vereceği, yoksa, tabiri yerindeyse afedersiniz ayakta adam mı sikeceği tartışılır, zaman gösterecek. Her ne kadar geriden de gelse, dünyadaki genel kabul görmüş en son ve en hızlı mobil İnternet erişim teknolojisinin ülkemize geldiğini görmek güzel. Umarım teknolojik gelişmeler zamanla daha da hızlı hayatımızda yerini bulur ve biz de zamanla, biraz da mentalite farkıyla, 3. Dünya Ülkesi kategorisinden çıkarız.

Tüm bunları zaman gösterecek. Ancak kesin bir şey var ki, kedi video’larımız 1 Nisan 2016 tarihiyle çok daha hızlı yüklenecek, snap’lerimiz çok daha hızlı gidecek, Facebook feed’imiz çok daha hızlı açılacak, YouTube video’larımızı telefonumuzdan rahatça 1080p çözünürlüğünde izleyebileceğiz. Umarım, tüketimin yanında, bu güzel teknoloji biraz olsun üretim için de kullanılır ve insanlarımız ellerinin altındaki bu gelişmiş teknolojiyi faydalı bir şeyler üretmek için kullanırlar.

O zaman, haydi 4.5G’nin tadını çıkaralım!

Uçuş Modunun Hafifliği

Sosyal Medya’da yoğun bir haftaiçi sabahı. Facebook’tan bildirimler geliyor, Twitter’dan mention’lar, Instagram’da takipçiler, Snapchat’te her boku screenshot alanlar… Bunların arasında sen WhatsApp, iMessage, Telegram ya da SMS ile (2015 yılında kullanan var mı bunu hala?) birinden önemli bir mesaj bekliyorsun. Sürekli bir yerlerden birileri, bir şeyler geliyor. Her gelen bildirim, ‘acaba o mu?’ diye sorduruyor (belli app’lerin/kişilerin bildirimleri açılıp kapatılabiliyor diyecek arkadaşlar, evet tabii ki en az sizin kadar ben de biliyorum, ama genel durumdan bahsediyorum şu an), telefonun ekranına bir heyecanla bakıyorsun, yalnızca hemcinsinin, karşı cinsi etkilemek için koyduğun bir video’da seni troll’lediğinin bildirimini görmek için. Eline almışken telefonu, snap’lere bakayım diyorsun, karşı cinsinin story’sinde sevmediğin bir hemcinsi görüyorsun, Facebook’a bakıyorsun ‘çok güzel’ fotoğrafına yalnızca dokuz like gelmiş. O an Twitter’da yazdığın bir şeye DM geliyor bir bakmışın biri laf sokmaya çalışmış kendi çapında.

Bu dijital yağmurun altında ıslanırken aklına bir şey geliyor. Bırakıyorsun her şeyi. Telefonunun uçuş modunu açıyorsun.

O butona basmanın verdiği huzur, tüm dünyadan kaçıp kendini bir odaya kitleyip kulaklarını kapamanın modern dünyadaki karşılığı (‘do not disturb’ modu yeterli olmuyor kanımca, tamamen fiziksel bağlantıyı kesmek daha etkili). Tüm dünya ile ilişkini kesiyorsun. Artık ne Facebook bildirimleri kafanı karıştırabilir, ne de beklediğin o mesaj sana ulaşabilir. Sen isteyene kadar, kimse, hiçbir şekilde sana ulaşamaz. Bir anda tüm yükler üzerinden kalkıyor. Dünya, diğer insanlar, umrunda bile olmuyor. Yalnızsın, kimse de seni etkileyecek bir şey yapabilecek güce sahip değil. Üstelik yalnızca bir buton ile. Sosyal medyanın içine gömüldüğümüz şu günlerde, bazılarımız arada bunu yapma ihtiyacının farkında bile değil. Ben ise artık her gün, kendimle baş başa kaldığım ‘uçuş modu saatleri’ yaptım kendime. Gece yatarken telefonumu default bu modda tuttuğumu söylemiyorum bile (server’larından sorumlu olduğum app’ler ile ilgili kritik bir durum olması hariç). Yalnız kalmak istiyorsam, kimse bu yalnızlığımı bozamıyor. Gözlerimi kapıyorum ve istediğim mesajın geldiğini hayal ediyorum. Ben oradayken, o mesaj gelmiş mi diye uçuş modundan çıkana kadar, o mesaj hem gelmiş, hem de gelmemiş oluyor. Sağ olsun, bu konuda Schrödinger üstadımızın zavallı kedisiyle yaptığı deneyi de -ki bu deneyi gerçekten kediyle falan yapmamıştır, Schrödinger’s Cat, yalnızca bir düşünce deneyidir- bu konuya bakışımızı netleştiriyor. İstediğime inanabilirim, hiçbir şey ben o moddan çıkana kadar bana hayatımı değiştirip yüzümü güldürecek o mesajın gelmediğini kanıtlayamaz. Sonsuza kadar hayal kurabilirim, ve hepimizin bazen bunu, ne kadar büyürsek büyüyelim yapması lazım. Tüm stresten, günlük işlerden uzaklaşıp, bir yere uzanıp gözlerimizi kapayıp, güzel hayaller kurmak lazım. Bir tek o zaman en derinde ne istediğimizi anlamaya biraz olsun yaklaşabiliriz. Bir tek o zaman ‘saçmalayabiliriz’ ve ‘gerçek biz’ olabiliriz. Bir tek o zaman tüm dünyayı değiştirme hayallerimize yeniden yaklaşabiliriz. Ne kadar klişe olursa olsun, şu mükemmel olduğuna inandığım, Steve Jobs’ın da zamanında sık sık kullanmış (hayır, o yazmadı) olduğu sözle bu yazıyı bitirmeden edemeyeceğim:

Here’s to the crazy ones. The rebels. The troublemakers. The ones who see things differently. While some may see them as the crazy ones, we see genius. Because the people who are crazy enough to think they can change the world, are the ones who do.

Rob Siltanen

Bugün, yalnızca boş bir zamanında, on beş dakika bile olsa, telefonunu uçuş moduna al, bir yere koy, ve gözlerini kapa. Olmak istediğin yeri hayal et. Tekrar özgür olduğunu hisset, hiçbir şeyin sana zarar vermesine izin verme.