Sevgili kaos

Fırtınanın gözünde, etrafa saçılıp sözcükler oluşturmayı bekleyen tüm harfler, tüm sözcükleri dilediğimce dizmemi bekleyen karanlık kanvas, ve kalbinde her sözcüğü, doğru zamanda doğru yere bırakarak anlamlandırmaya hazır Babil’in Kütüphanesi.

Sonsuz ihtimaller denizinde yüzmeyi çok özlemişim. Boş bir kağıda özgürce renkleri sıçratarak yansıtıp bundan anlam çıkaran, bilinçaltını boşaltan bir çocuk gibi. Kaos varsa tüm yaşanabilecekler olasılık dahilindedir ve olasılık varsa umut da hep vardır.

Bunca yıldır o çocuk yıllardır tüm boyalarını, tüm kağıtlarını, tüm fırçalarını toprağın altına gömmüştü işte. Fırtınanın tam gözündeki ironik sakin konfor alanında tüm dünyanın çalkalanmasını istiyordu. Tüm duyguları öldürdüğünü sanmıştı, hepsini öldü diye resim setinden yarattığı tabutların içine bırakıp toprağın altında çürümeye terk etmişti. Ancak hiçbiri ölmemişti, gittikçe güçlenip büyüyordu o duygular toprağın altında. Gittikçe toprakla bütünleşip, sessizce varoluşun bir parçası oluyorlardı. Pimi çekilmiş patlamayı bekleyen bir bomba ya da iskambil kağıtlarından yaratılmış dev bir şehir gibi toprağın üzerine bunca yılca inşa edilen her şeyi bir kelebeğin kanatlarını çırpmasıyla oluşacak zincirleme etkiyle yerle bir etmeye hazırdılar. O toprağın kim olduğunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yoktu. Bir ayna karşısında gözlerimin içine bakıp yıllar sonra ilk kez derinlerde özgür kalmayı bekleyen bir gözyaşı gördüm. O toprak, bendim.

Ve sonunda, o kelebek yıllar sonra kozasından çıktı, karanlık, buz gibi sessizliğin kalbinde ilk kanadını çırptı. Kendini tüm dünyaya kapatmış bu şehir hiç beklenmedik huzurlu bir akşamda ansızın gelen bir deprem gibi yerle bir oldu. Hani toprağın üstünde düzenin temel inşa taşları olan sözcükler vardı ya, işte hepsi yerle bir oldu. Dev bir toz bulutu, yok oluş, çaresizlik, kaos. Yıllardır içine kimsenin giremediği, özgürce hayatını yaşamak isteyenlerin de çıkamadığı o sert kabuk kırılmıştı. Yıllar boyunca her geçen hafta, gün, dakika toprağın altına “öldü” diye çaresizce gömülen duygular tekrar uyanmıştı. Fırtınanın gözünde daha fazla kalamayacaklarını biliyorlardı. Her şeyin çok büyük bir güç ile belirsizce saçıldığı fırtınanın gözünün içinden duvarına kendimi sürüklenmeye bırakmaya bırakacakken son kez bir arkama baktım: her yer yıkılmıştı ve yanlış zemine inşa ettiğim yerle bir olmuş bu şehir, artık ev değildi. Hiçbir zaman ev olmamıştı.

Ve ben yıllardır uzak kaldıktan, ait olduğumu sandığım bir yerin kafamın içinde, yaşamak istediğim hayatı engelleyen, nöronlardan oluşan bir hapishane olduğunu gördükten sonra kaosa tek kişilik, tek yön biletim ile herkesin ve her şeyin havada uçup birbirine karıştığı fırtınaya tekrar adım atıp soğuk rüzgarı yüzümde hissederken fark ettim:

Evimi çok özlemişim ben.

Tüm sözcükler

Hani tüm sözcükleri birleştiremezsin ya, hepsi havada uçar, ama bir araya koyamazsın. Tüm parçalar ortadadır, eksik parça yoktur belki de. Ama hepsi binlerce parçaya ayrılmıştır, havada uçuyordur zamanı yavaşlatırcasına.

İzolasyonun en dibe çeken günlerindesin ve denizin derinliklerinden bir el seni ayak bileğinden yakalamış aşağı çekiyor. Direniyorsun, korkuyorsun, ölmemek için çırpınıyorsun. Karşı koyamayacağını anlıyorsun ve suyun altına bakıyorsun. Seni dibe çekenin gözlerinin içine. Ve kendi yansımanı görüyorsun.

Her sabah keşke hepsi bir kabus olsaydı ve uyansaydık diye uyanıyorsun. O umut gittikçe sönükleşiyor ve o içinden çıkamadığın kabus senin son vermeye korktuğundan dolayı yaşadığın hayatın oluyor. Günler haftalar, aylar yıllar oluyor ama geçmiyor yine de.

Hani bazı insanlar vardır sana kim olduğunu hatırlatır, gördükçe konuştukça tanıdıkça daha da çok bağlanırsın. Ancak bu bağlanma tek taraflıdır, karşı tarafın umurunda bile değilsindir, bu yüzden bazı insanlardan uzaklaşırsın işte. Onları beğenmediğinden değil, tam tersine çok beğenip istediğinden. Onları hatırlatan her şeyi kaldırırsın, uzaklaştırırsın, görmeyeceğin bir rafına saklarsın anı defterine dönmüş bilincinin. Bilinçaltına bastırırsın. Unutursun, ya da en azından unutmuş gibi yaparsın. Temiz bir sayfa açarsın ama kirli bir deftere aittir o hâla.

Defalarca o defterde karalamaya çalışırsın sözcükleri, karalayınca gerçeklikten de silinecekmiş gibi. Yalnızca kendini bakıp bakıp kandırmak için yerlerini değiştirdiğin harfleri Babil Kütüphanesi’nden çıkmışçasına istediğin kombinasyona oturtmaya çalışırkenki sayısız denemelerin. Eski sayfalarda yeni sözcükleri ararken bir şey gözüne çarpar. Yıllar önceden, varlığını unuttuğun, unuttuğunu bile hatırlamadığın biriyle ilgili bir not. Onu hatırlarsın, bir zamanlar sana çok şey hissettiren birilerini ya da bir yerleri sakladığın toz tutmuş kutusundan çıkarıp zaman kapsülündeymişçesine bilincinin derinliklerine gömülmüş o anıları çıkarırsın yerinden.

Bir şarkı da açarsın yıllar önceki o dönemde dinlediğin, zamandaki yolculuğunda sana eşlik eder, yorulduğunda arabayı o kullanır. O kadar yoğundur ki geçmişin kokusu, karşısında hiçbir yapı olduğu gibi duramaz. Tutamazsın hepsi patlar, tüm gücüyle evrenin sonsuzluğuna bağırır. Senin aynaya bakıp söyleyemediğin tüm sözcükleri haykırır en uzak galaksilere. Durduramazsın. Durdurmak da istemezsin. Kafese kapatılmış bir hayvanı gizlice özgür bırakmak gibidir; kim ne derse desin, yaptıklarının sonucunda zarar olduğunu düşündüğün bir durum yaşayacak da olsan, rastgele tüm uzay boşluğuna açtığın anda dağılmaya hazır olan o sözcükleri serbest bırakırsın, doğru olanı yaparsın.

Uzun süredir söyleyemediklerini, seni sen yapanları, içinde uzun süredir tuttuğun her şeyi kusarsın. Hani tüm sözcükleri birleştiremezsin ya, hepsi havada uçar…

Bırak uçsunlar, belki de zamanı gelmiştir artık.

Evren

Hiç bu evreni kendin yarattığını düşündün mü? Gördüğün her yeri, herkesi, her şeyi, tüm deneyimleri… hepsini sen yaratmış olsaydın çok korkunç olmaz mıydı? Ailen, arkadaşların, tanıdığın herkes, en yakın bağ kurduğuna inandıkların bile yalnızca yapayalnız bilincinin hayal ürünü olsaydı.

O zaman neyden korkardın, hiç var olan şeyleri kaybetmekten mi? Yoksa var bile olmayan bir oyunu kazanmaktan mı? Hem de tek başınayken, hem de tüm varoluş ve anlamı olduğunu düşündüğün her şey kozmik ölçüde bir hiçken ve sen de yapayalnız bir kozmos iken.

Peki tüm evrenin kurallarını kim yazmıştı? Geçmiş zamanda yazılmış olduğunu düşündüğün fizik kurallarını şimdiki zamanda uygularken geçmişi ve geleceği olanaklı kılan zaman kavramının da bu kurama ihtiyaca olduğu nedensellik döngüsünün paradoksuyla sabaha kadar o yarattığın yıldızların altında dans ederken, kurallara uymak zorunda kalan güneş sahneyi gecenin güzel karanlığına bırakırken onun ufak bir parçasıymışçasına yandıkça huzur verip rüzgarın fısıltısını susturup içini ısıtan ateşte ellerini ısıtırken de mi düşünmedin bütün bunları? Düşünce mutlak bir kalıp mıydı dondurup bir gün çözmek için buzluğa kaldırdığın, yoksa bitmek bilmeyen döngünün bir parçası olan bir süreç miydi?

Gramatik açıdan hatasız olsa da uzun olduğu için anlamını kaybettiğin cümleler ve o ezberleyemediğin matematik formülleri beyninin algılama kapasitesine meydan okurken neden kendi bilincini beynin içine hapsettiğini sorguladın mı peki? 

Madem sen yarattın, neden kendini bu hale soktun? Madem sen yaratmadın, deneyimleyebildiğimizin ötesinde bir şeyler var olmak zorunda ve zaten tüm varlıklarla iletişim halindesin ve iç içesin. Herkes ve her şey senin bir parçan.

O zaman neden korkuyorsun?

Gelecekten not

– Al bu notu oku.

+ Sen kimsin? Çok tanıdıksın. Seni tanıyor gibiyim..

– Evet, tanıyorsun. Hem de çok iyi tanıyorsun…

+ Nereye gidiyorsun?

– Ben gelecekten geldim. Şu an bu notu okuman gerekiyor. Soru sorma. Sordukça daha da kafan karışacak. Sadece bana güven, çünkü tüm gerçeklikle ilgili yargıların kırılabilir. Şimdilik kendine iyi bak, bakacağını da biliyorum da lafın gelişi işte. Tekrar görüşeceğiz.

+ !??

9 Aralık 2020’ye not.

Evet kafan karıştı biliyorum, bunu gözlerinde görebiliyorum. Geçmişte benim de aynı şekilde kafam karışırdı işte. Muhtemelen deli olduğumu düşündün, ama gözün beni kestiriyor bir yerden. Bir şekilde, nedenini açıklayamadığın bir şekilde, bana güvendiğini biliyorsun. Zaten okudukça anlayacaksın, Can’ım benim.

Uzun zamandır bu anı bekliyordum aslında. Sana bu notu verebilmeyi, ancak şu anki fizik ve matematik bilginle anlayamayacağın uzayzaman ve paralel evrenlerle ilgili bir differensiyal denklemin tek çözümü benim sana bunu bugün, tam bu anda getirmeme çıkıyordu. Zaten ben de tam bugün okuman için hazırlamıştım her şeyi.

Zor zamanlardan geçiyorsun. İçinde bulunmak istemediğin durumlar, duygu fırtınaları, depremler, dünyayı sarmış bir hastalık, o ya da bu şekilde kaybettiğin sevdiğin insanlar. Ha bir de, nedenini asla açıklayamadığın bazı tuhaf olaylar. O en kötü en canını sıkan şeyler var ya hani, her gece soğuk yatağına yalnız girdiğinde uykuya dalmana engel olan şeyler… Onların tadını çıkarmayı denesene biraz. O en çok korkutan, ölüm korkusunun ötesinde olan korkunun içinden geçmeyi denesene. Her gün gözlerini dolduran tüm o duygu patlamaları, tüm o “negatif” enerji. Tadını çıkar ve dibine kadar yaşa. O en boş en sıkıcı ve motivasyonsuz anlarında da kaçıp kafa dağıtma, anda kal. Neden mi? Çünkü şu yaşadığın günler onların son günleri. Hani ne istediğini biliyorsun ve en çok da o korkutuyor ya, haklıymışsın. Zamanında yanıldığını düşündüm, ama gerçekten kendini iyi tanıyormuşsun… İçindeki, en karanlık, en yalnız akşamda sessizce ama kendinden emin konuşan sesi dinle. Bir bildiği var onun. Şu an bunu sana anlatmam mümkün değil, zamanı gelince anlayacaksın. Ama o sesi dinle ve ne olursa olsun kendinden şüphe etme. Sen hep doğruyu yapıyorsun, elinden gelenin en iyisisin. Tabii ki ufak hatalar yapmıyor değilsin arada, ama unutma ki İnsan’sın. Sana farklı şekillerde gönderdiğim mesajları aldığını hissediyorum. Oyunun bir sonraki bölümüne geçmen için ipuçlarıymış gibi düşün.

Kafanda kurduğun bu oyuna artık son ver. Tüm zorlukları aşmanın meyvelerini topla. O meyvelerden biraz ayır çünkü paylaşacaksın. Bazı oyunlar vardır ya hani oynarsın oynarsın bir bölümde takılırsın ve geçemeyip sinir olursun, ama sonunda geçersin. Bir bakarsın o oyunun son, en zor bölümüymüş o aslında. Sana defalarca şans vermiş, her defasında kaybetmişsin ama her defasında bir şey öğrenmişsindir. Sonra bir gün içinde hapsolduğun o bölümü geçtiğinde hayata dönersin.

Gözlerinin önünekini görmüyor musun? O bölüm, bu işte. Kabus içinden kabusa uyandığın sonsuz gibi görünen döngünün bittiği nokta bu. Sakla bunu, her gün görmeyeceğin ama asla kaybetmeyeceğin bir yere sakla.

Ve bekle beni. Tekrar karşılaşıp birlikte okuyacağız bunları. Ve güleceğiz o asla bitmeyeceğini sandığımız kötü günlere. Ve şimdi tadını çıkar ve her şeyin nasıl çözüleceğini, asla mutlu sonla bitmeyeceğini düşündüğün bir filmin en beklemediğin anda tüyler ürperten bir şekilde en güzele dönüştüğünü izler gibi izle.

Ve yaşayalım

Eğer ihtiyacımız olanın eninde sonunda gerçekleşeceğini bilseydik, şu an ne kadar daha rahat olurduk…

Klavye. Özlemişim parmaklarımla sana her dokunduğumda sana içimi dökmeyi. Uzun zaman olmuştu. Uyuyordum… ve bir rüya gördüm. Uyanış gibiydi daha çok, ama uyku daha iyiydi sanki. Tüm yalanları ve insanların basitliğini görmek koymuyor değildi. Özellikle de nefret kusacak bir aşağılamadan çok, İnsan’ı yalnızca olduğu gibi, zayıf yanlarıyla görmek.

Her gece belki bir daha uyanmam umuduyla uyuyordu kahramanımız. Onu bir tek en çok canı yananlar anlayabilirdi.

“Gençliğini yaşayamamış, benim gibi, beni anlayan biri. Birlikte yaşayamadığımız gençliğimizi yaşamalıyız. Mutlu değil, mutsuz birini istiyorum. Birlikte geçmişi ve kötü günleri geride bırakıp, mutlu günlere birlikte adım atacağımız.” dedi. Bazen herkes tersini söylese de içindeki en derindeki sesi dinlersin hani. Tüm dünya yapma dese de yaparsın… Bir şey, her ne kadar değilmiş gibi gözükse de doğrunun o olduğunu fısıldar sana.

Sonra rüya biter, ışıklar yanar, izleyiciler bir daha belki de asla oturmayacakları sinema koltuklarından evlerine dağılırlar.

İşte tam da o deneyimin noktalarını birleştirebildiğin anda bir yanım kapanıp herkesten uzak yüzsek doz izolasyon ile korkunun içinden geçmek istiyor. Diğer yanım da rastgele gördüğüm her insanla, yanına gidip sen kimsin diyerek tanışmak istiyor, tıpkı eski İstanbul günlerindeki gibi. Ama kaçtım oradan. Evime dönmem gerekiyordu, İstanbul’un evim olmadığından emindim. İzmir’in evim olduğundan emin değilim. Hani her şey aynıdır ama eşyaların yeri farklıdır ya. Zamanla tüm eşyalar, yerler, insanlar değişir, ve seni evde hissettirenlerin hepsi gitmiştir ya. En güzel anılarına ait olanlar arka odalarda unutulup, yıllarca dokunulmadan toz tabakasının içinde boğulmuştur ya.

Güzel anılarının olduğu mekanın tabelası parçalanmış, içindeki soğuk beyaz floresanı sana donuk bir bakış atar ya. Sonra bir anı gelir aklına. Orada o gün oradan geçmeseydim hayatım nasıl değişik olurdu diye düşüncelere dalarsın. Sonsuz olay kombinasyonlarının, zaman simülasyonunda eski bir video kaseti hızlıca ileri sarar gibi yaşanabilecek olaylar zincirini kurgularsın. Bize hayat veren ve sonra da her şeyi yok eden, evrendeki entropiye, içinde nefret kusarsın belki de. 

Yanarsın. Hatırladıkça, yanarsın. Sonra küllere dönüşürsün. Ve yeniden doğarsın. Geçmişin yükü dışında hafiflemişsindir aslında. Anda kaldıkça yükü hafifletmeyi öğrenirsin, kendini yeniden bulursun.

Tekrarlarsın, ne kadar tekrarladığını hatırlamazsın. Hani o rüyalar vardır ya bir kez daha görebilmek için uykun yokken uyumaya çalıştığın. Bazı hayaller vardır ya gerçek olması için hiç uyanmamaya hazır olduğun. İşte tam da o hayalleri hayata geçirmenin imkansızlığına şah mat çekerken. Tam da onu yendiğinde fotoğrafını çekenlere en içten gülümserken. Tam da yıldızlara bakarken tam baktığın yerde bir yıldız kaydığında. Tam da en çaresiz anda bir işaret ararken her şeyin yolunda olduğunu hissettiren küçük ama sıcak bir dokunuş hayatını avuçlarına aldığında.

Korkularından, kafanda kurduğun bütün o paranoyak terör senaryolarından, en derin korkularının içinden geçip hepsinin yalnızca yaratıcı düşünmenin laneti olduğunu gördüğünde huzurla uykuya dalarken.

Evrendeki tüm atomlar, atomik seviyedeki temel kuvvetlere uygun biçimde sıra olup bir sonraki güne hazırlanmaya başlarlar. Biz uyurken onlar uyanıktır, çalışırlar bir yandan. Kaosu düzene, imkansız dediklerimizi tekrar tekrar gerçeğe dönüştürürler.

Sonra uyanırız ve rüya sanırız, tek gerçekliğin o anki bilinç düzeyimizle deneyimleyebildiğimiz olan beynimizdeki tüm uyarı zincirinin algılayabildiğimiz süperpozisyonu olduğuna inanırız. Tıpkı saniyeler önce gördüğümüz rüyanın, içindeyken gerçek olduğuna inandığımız gibi.

Tıpkı bu dünyanın gerçek olduğuna inandığımız gibi.

Gerçekliğin tüm boyutlara temasını sorguladığın bu anda, PANTONE Hastane Beyazı rengi duvarlarında elektrokardiyogramın her saniye o mekanik sesinin yansımasıyla uzun süre sonra gözlerini yeniden açan bir kahraman, insanlar ne der düşüncesinden kendini arıtıp içinden geldiği gibi kendi olan bir korkusuz gibi.

Tekrar merhaba blog. Uzun süreden sonra tekrar merhaba. Özlemişim seninle konuşmayı. Özlemişim herkesten kaçıp evimde bir cumartesi akşamı senin yarım kalmış sayfalarını tamamlamayı.

Daha özlediğim çok şey var. Yaşanacak, yansıtılacak, yaşatacak ve paylaşılacak çok şey var. Bir daha asla bu kadar uzak kalmayalım. Bağırmak istediğimizde susturulmayalım. Sevmek istediğimizde korkmayalım.

Yazmaktan,

Dağıtmaktan,

Toparlanmaktan,

Düzenden,

Kaostan,

Hissetmekten,

Hissettirebilmekten,

Var olmaktan,

Çizmekten,

Bozmaktan

Yeri geldiğinde de yanıp küllerimizden yeniden doğmaktan,

Kendimizden kaçmayalım artık.

Tekrar biz olalım. Gerekiyorsa girip temizlik yapalım, gereksiz herkesi ve her şeyi atalım, özlediğimiz albümlerin tozlarını silelim, her fotoğrafa baktıkça unuttuğumuz kimliğimizi hatırlayalım.

Ve yaşayalım.