Herkesi Güldüren Palyaço

Bu hikaye tamamen kurgusaldır, tıpkı daha önceki bazı hikayeler gibi.

Bir zamanlar, herkesi güldürmeyi öğrenmiş bir palyaço varmış…

Uyan. Erken kalkmak iyidir, en azından yapabildiğimiz sürece. Çalışmak gerekiyor. Yapacak çok iş var. Oradan oraya koşmalar, insanlar, yeni yeni insancıklar. Her şey yolunda dışarıdan baktığında. Hatta fazla yolunda. Bir insan her açıdan bu kadar iyi durumda olamaz. Dedikleri gibi, too good to be true. Ev, aile, iş, sosyal çevre, sanatçı ruh, maddi durum, sağlık, imaj. Hiç birinde sorun yok. Her şey mü-kem-mel. Woo-hoo! Değil mi? Herkesin olmak istediği de bu zaten. Sokakta gördüğün, tanımadığın insanlar bile seni tanıyor. İnsanlar seni biliyor ve istiyorlar. Şu halde, herhangi bir şeyden dert edersen şımarıksın. Kendini bölemeyecek bir hale geldin. Daha fazla insan. Daha fazla eğlence. Daha fazla zaman öldürecek olay. Her şey daha da fazla. Hepsi yüzüne gülüyor. Ne güzel, değil mi?

İnsanları güldürmek kolay. Basit yaratıklar. İstediklerini söylediğinde, bilinçaltlarında bilmek istediklerini yüzlerine vurduğunda seni severler ve gülerler. Korkularını ortaya çıkarırsan da senden kaçarlar. Çok basit. Herkesi güldürmek çok kolay. Kolayca güvenir, iyilik yaparsın. Fedakarlık yaparsın. Seni zayıf yönünden vururlar, kazık yersin. İnsanlar öngörülebilir varlıklardır. Bir süre sonra herkese güvenini kaybedersin. Yine de insanları güldürürsün, daha iyi bir planın yoktur. Peki ya kimse seni güldüremiyorsa? Sürekli yeni insanlar tanıyorsan, yeni şeyler deniyorsan, unuttuğun, uzun süredir yapmadığın şeyler yapıyorsan. Yine de kesmiyorsa? O eski, saf, güvenebilen, temiz, bozulmamış çocuk öldü mü? Bir kaç aydır yok. En son ruhunu, hak etmeyecek insanlara satarken görülmüş bir yerlerde. İsyan etmiş. En güzeli de, en kötüyü de hissetmiş. Sonra her şeyden vazgeçmiş. İnanmak istemiş. İnsanların yüzüne vurmuş hep. Savaşmış, ama asla ölmemiş. Kötü günler geçirmiş. Vazgeçmemiş.

Kabuğuna kapanmış. Aynı anda hem her yerde herkesle eğlenmiş, hem de evinde karanlıkta yapayalnızca uzaklara dalıp gitmiş. Sevmiş, sevilmiş, ama ikisi hiç denk gelmemiş. Gelmeye ramak kala insanların aptallıklarının kurbanı olmuş. Hobilerine, sevdiği şeylere sarmış. Ama asla vazgeçmemiş. Bir insan, iki hayat olmuş. Bölünmüş. Ne olduğunu kendi de anlamamış. Kendini hiç bilmediği bir yerde, bilmediği bir şekilde, bilmediği insanlarla bulmuş. Yapabildiği en iyi şeyi yapıp yine hepsini güldürmüş. Güldürdüğü, ancak kendisini geri güldüremeyen her insan ise derinlerde bir yere bir şeyler saplamış. Buna bakmamaya çalışıyormuş, ama onun orada olduğunu asla unutmayacak kadar zekiymiş. Kendiyle, düşünceleriyle, en derin istekleriyle baş başa kaldığında o’nu hissedebiliyormuş. Bağırdığında bile sesi çıkmıyormuş. Öylece beklemiş. Kendi olmayı özlemiş. Ama olamamış. İki farklı kişilik arasında gidip geliyormuş. Çift-kişiliklilik gibi bir psikolojik bozukluktan ziyade, tek bir kişinin iki farklı hayata bölünmesiymiş. O, doğal kalmak, ait olduğu dünyada kalmak istiyormuş. Dünya alıp onu başka bir yere götürüyormuş. Kendini bir labirentin içinde bulmuş. Hep çıkış yolunu aramış. Aramış, aramış. Günlerce, haftalarca, aylarca. Gecenin karanlığında, hiç beklemediği bir anda, herkes uyurken bir ses duymuş. Biri, çok tanıdık bir ses, beklemediği bir anda ona seslenmiş.

To be continued… somewhere, some time…