Bastırılmış Duygular I: Yalnızlık

Bir sürü arkadaşın var. Ailen var, seni sevenler çok fazla. Eğlenceli birisin, insanların yüzünü güldürebiliyorsun. Bu kolay bir şey. Etrafında bir sürü insan var. Belki kalabalık bir konserdesin, belki de herkesin yürüdüğü bir caddede, ya da belki de bir sinema salonundasın. İnsanlarla konuşabiliyorsun, gözlerinin içine bakabiliyorsun, ama bakarken derinlere, uzaklara dalıyorsun. Onlara dokunabiliyorsun, ellerini tutabiliyorsun, öpüşüp sevişebiliyorsun, ama hissedemiyorsun. Ne kadar konuşsan da, gerçek sen’i duymadıklarını biliyorsun. Tıpkı yan yana duran, ancak farklı kanallardaki iki radyo gibi. Ne kadar yakın olsan da, iletişim kuramıyorsun. Farklı frekanslardasınız.

Seçilmiş yalnızlıktan, seçilmemiş, zorlanmış yalnızlığa geçiş seni karanlığa sürüklüyor. Elinde değil. Yalnızsın işte. Kaçamıyorsun. O yalnızlığı senden alabilen çok az insan var. Ve onlar da, farklı sebeplerden dolayı yoklar. Kendini bir yere, bir gruba, bir olaya, aktiviteye ya da organizasyona ait hissedemiyorsun. Kendini dış bir etkenin kollarına bırakamıyorsun. Bir elin parmağını geçmeyecek kadar insana bırakabiliyorsun, sadece onlara bağlanabiliyorsun, onlarla kendin olabiliyorsun. Onlar ise, anla işte, neden bilmiyorum ama yoklar. Neden böyle oluyor?

Bozulmamış çok az insan var. Senin içindeki gerçek sen’i görebilen, o’na dokunabilen o kadar az insan var ki. Hayatına girip, çıkıp, tekrar giriyorlar. Kime, neye, nasıl, ne zaman güvenebileceğini bilemiyorsun. Seni en yukarı çıkaran insan, bir anda bırakıveriyor. Dibe vurmuşken elini uzatan, halini gören ve güveniyorum diyebildiğin insan, seni yukarı çekerken ona güvenebildiğini hissettiğin anda seni bırakıveriyor. Haftalar sonra karşına, bu insanların sana attığı kazıkları düşündürtmeyecek kadar hayat dolu biri çıkıyor, seni bırakmıyor. Sonunda dürüst ve zeki biriylesin, bu defa da hayat sizi başka nedenlerden dolayı ayırıyor. Bak, yine sıfırdasın işte.

Kalmıyor kimse. Herkes mi gelip geçici? Herkes mi yüzeysel yaşamak istiyor? İnsanların ilişkilerden ilişkilere atladığı bu uzun yolda yalnızca bir dinlenme tesisi gibi, gelip geçeni izliyorsun. Herkes uğruyor, biraz duruyor, sonra gidiyor. Nereye yetişmeye çalışıyorlar acaba? Elinden bir şey gelmiyor. Sorunu kendinde arıyorsun, ama sorunun onlarda olduğunu biliyorsun. Keşke kendinde olsa, düzeltirdin, ve her şey yoluna girerdi. İzliyorsun zamanın kum saati gibi geçmişten geleceğe akıp bitmesini tek başına. Keşke bir el, o kum saatinin zamanı dolduğunda tekrar ters çevirse. En azından bütün o kum tanelerinin, bir kez daha şimdiki zaman‘dan geçeceğini bilirdin. En azından, birileriyle yolunun tekrar kesişeceğini bilirdin. Hiç tatmadıkları yeni, gerçek sen’i tadarlardı. Gelecek kaygın olmazdı belki? Keşke.

Yalnızsın. Bir gün daha yalnız geçiyor. Bir sürü insan görüp konuştuğun, ancak yalnız bir gün. Neyse ki uykun geliyor. Neyse ki yalnız olmadığın tek yer rüyaların. Rüyalarında yalnızlıktan biraz uzak kalabilecek olma düşüncesi bile sakinleştiriyor, huzur veriyor. “Belki gerçek hayat odur” diyorsun, “hepsi bir kötü rüya, yakında bitecek” diyorsun. Çünkü tek çıkış yolu bu. Başka yol yok. Dışarıda sosyalsin, çevrende insanlar var. Ama içinde ölümüne yalnızsın işte. Yapabileceğin tek şey var.

Bastırıyorsun. İçindeki sonsuz yalnızlığı, dışında sürekli insanlarla görüşerek bastırmaya çalışıyorsun. İşe yaramayacağını bilsen bile, daha iyi bir alternatifin yok. Gözlerin kapanıyor, döngü devam ediyor. Aynaya baktığını hayal ediyorsun. Geldiğin hale bak. Sen bu değilsin, bu olmadığını, gerçekte kim olduğunu biliyorsun. Ama kendin olamıyorsun. Başkalarına bağımlısın. İnsanın kendi kendine yetebileceği yalanına inanamayacak kadar zekisin. Kendini kandıramıyorsun. Gözlerin tamamen kapalı, yatağında uyumaya çalışıyorsun. Her gece. Keşke sabah gelmese diyorsun, ama uyku da çözüm değil. Ölüm bile kaçış yolu değil, belki de bu bilgi hayatını kurtarıyor. Deliriyor muyum diye düşünüyorsun? Hayır, delirmiyorsun. Sadece cehalet mutluluktur ve cahil olamıyorsun, hepsi bu. “Keşke cahil olsaydım” diyorsun, ama aslında o da çözüm değil. Tek çözüm var ve bunun senin elinde olmaması canını yakıyor. O çözüm her şeyin ilacı, bütün bu karanlık günlerin sonu. O son eksik parça. Bütün resmin kalbindeki, ona hayat veren tek şey. Bulamıyorsun, bu yüzen sahte hayatına devam ediyorsun. Yüzleşmek istemiyorsun, çünkü kendin ne kadar güçlü olsan da, insanların aptallıklarını değiştirecek gücün kalmamış. Sen busun işte.

Milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde yapayalnızsın işte.

Müziğin Gücü

Not: Profesyonel bir müzisyen değilim, ancak şirin bir dinleyiciyimdir 😊. Olayı üretici değil tüketici bakış açısından, basit bir dille anlattım.

Sıradan, ruhsuz bir gün. Sen ruhsuz değilsin de, gün ruhsuz. Yine kendini değil başkalarını suçluyorsun. Sonra bir şey tüm gününü değiştiriyor. Hayır, bir insan ya da bir olay değil. Aldığın bir haber falan da değil. En kaba ve teknik tanımıyla, havadaki moleküllerin, saniyede yaklaşık 20 ile 20000 kez arasındaki belli frekanslarda titreşimlerinin üst üste binmesi sonucu bu moleküllerin kulak zarına çarpması sonucu beynine ilettiği elektriksel hareketten bahsediyorum. Ya da diğer, kısa adıyla: müzik.

Pop, rock, metal, elektronik, alternatif, jazz, house, arabesk, dubstep, goa trance, brutal fark etmez. İster 120bpm 4/4 time signature’a sahip basit bir şarkı olsun, ister birkaç arkadaş dışında kimsenin sayamayacağı kadar progresif olsun, müzikte önemli olan şey insana bir şey hissettirmesidir. Gerisi ne fark eder ki? Hissetmek her şeydir, ve müzik de bir şeyler hissedebilmenin, ya da var olan duyguları güçlendirmenin en doğal yollarından biridir. Peki derinlere inersek, neden müzik bizi bu kadar etkiliyor? Sonuçta yalnızca havadaki moleküllerin titreşmesi değil mi bu olay? Nasıl oluyor da, bizi en derinimize götürebiliyor?

Öncelikle, belirli nota ya da akorlara tek parça olarak bakarsak, belirli frekanstaki belirli notaların birlikte kulağa daha güzel gelmesini inceleyebiliriz. Burada hafif matematik devreye giriyor. En basit haliyle, belirli bir frekansın harmonikleri (yani frekansın katları), o frekans ile birlikte duyulduğunda kulağa daha uygun gelir. İnsan beyni, aynı frekanstaki titreşimleri daha çok beğeniyor, bu yüzden, harmoniklerinin frekansı eşit olan notalar da kulağa daha güzel geliyor. Genel olarak temel frekansları arasında matematiksel olarak belirli, küçük sayılardan oluşan bir oran olan sesler üst üste bindiğinde kulağa hoş geliyor. Bu konuda yüzlerce kaynak var, ancak kanımca en kısa ve net özetleyenlerden birine buradan ulaşabilisiniz.

Ancak tek başına nota ve akorların kulağa hoş gelmesi, tek başına bir şey ifade etmiyor. Önemli olan müziğin genel olarak insana, başından sonuna kadar güzel gelmesi. Bu yüzden müzikte bir tempo olmalı. İnsan beyni, tekrar eden, ard arda geldiğinde pattern özelliği taşıyan her olgudan -ister ses frekansı, ister benzer şekil ve semboller olsun- belirli bir desen/tekrar oluşturmayan karşılıklarına göre daha fazla etkileniyor. İnsanın eşlik edebileceği, değişmeyen bir ritimde olan şarkılara kolayca ritim tutarak eşlik etmemizin daha kolay olmasının nedenlerinden biri de bu. Bu ritme uyacak biçimde, yine matematiksel olarak, tamamen frekansların oranı üzerine kurulu scale’lardan notalar oturttuğumuzda da kulağa güzel geliyor.

Bir başka müzik etkisi de, müziğin insanı dinlediği süre boyunca (dakikalar, saatler gibi) duygulara hitap eden yapısından dolayı, çağrışımsal hafızamız ile beynimizde anılarla birlikte ilişkilendiriliyor. Böylece, bazı şarkılar, bizi bazı günlere ve zamanlara götürüyor. Tıpkı bir fotoğrafın bizi bir yere ya da bir kokunun bir kişiye götürmesi gibi. Eğer bir müziği bizim için önemli bir durumda dinlediysek, o müziği tekrar duyduğumuzda beynimiz en iyi yaptığı şeyi yapıyor: o anıyı hatırlıyor (bazen hatırlamaz olaydık diyoruz, ayrı konu 😊).

Hepsi bu mu? Birazcık araştırırsak, ya da daha derinlere inersek, çok daha etkileyici ve radikal sonuçlarla karşılacağımızdan eminim, ancak müziğin nörolojik etkileri yıllardır araştırılıyor olsa da, temelindeki nedenler konusunda henüz kimse kesin bir sonuca ulaşabilmiş değil. Kişisel olarak bunun nedeninin, müziğin temelinde matematik ve bağıntılar olduğu gerçeği olduğunu düşünüyorum. Müzik yalnızca, zaten doğada olanın, insanın temel duyularından biri olan işitme duyusuna hitap eden hali. Nasıl doğadaki yapraklara ve ağaçlara baktığımızda bize kendi içindeki oranlarla ve desenlerle görsel açıdan güzel geliyorsa, müzik de aslında aynısını yapıyor. Müziğin temelinin matematiksel oranlardan başka bir şey olmadığını, bu oranların desenleri oluşturduğunu ve insan beyninin de en iyi yaptığı şeyin duyulara hitap eden desenlere yanıt verme olduğunu düşünürsek, müziğin bize niye bir şeyler hissettirmek konusunda başarılı olduğunu anlamak zor değil. Çünkü müzik, bize en temelimizde ne olduğumuzu hatırlatıyor. Bizi yeniden biz yapıyor, bize yaşam enerjisi veriyor. Hem de dışarıdan hiçbir madde almadan. Bizi daha derine götürüyor, içimizde var olanı görmemizi, hatırlamamızı sağlıyor.

Belki de en zor sorulara cevabımız, zaten içimizde en derinde bir odada saklıdır, ve müzik de, aşk ile birlikte buraya ulaşmamızı sağlayan anahtarlardan biridir. Zaman gösterecek.

Sosyal Medya ve Beklentiler

Facebook. Instagram. Twitter. Snapchat. Like’lar, share’lar, repost’lar, retweet’ler, heart’lar, replay’ler. Başta herşey çok güzel geliyor. Günümüzün gelişmiş teknolojisinin, devamlı İnternete bağlı kalabilmenin, cebimizde çift taraflı bir kamera olmasının, dokunmatik ekranların, fotoğraflarımızı anında güzelleştirecek güçte işlemcilerin, GPS’imiz ve WiFi sayesinde dünya üzerindeki yerimizi anında bulup istediğimiz yere check-in olabilmenin, gönderdiğimiz çıplak snap’in birkaç saniye sonra gerçekten yok olacağını sanmamızın rahatlığının getirdiği bir keyif belki de. Vine’ın bitmek bilmeyen loop’larını, Swarm’un bitmeyen sevilmeyen arkadaşın yakında olması check-in’lerini, Tinder’dan tanıştığın insanlarla duygusuz seks yapmanın getirdiklerini ve bilimum sosyal medya platformundaki istenmeyen akraba yorumlarını saymıyorum bile.

Bütün bu güzellikler bedavaya gelmiyor tabii ki. Prizlere, Wifi’a ve power bank’lere bağımlı olmanın, retweet dilenip fotoğraflarımınız kafamızdakinden daha fazla like aldığını görmenin umuduyla yaşadığımız siber dünyanın bize kattıklarından söz ediyorum. Sosyal medyanın genel anlamda insanlığa kattığı pozitif olguların, negatiflerden daha fazla olduğu tartışılmaz. Ancak bazen o çok da sorun olmaması gereken negatif olgular, bizi adeta bir Truva atı gibi içeriden fetheder. Ne mi demek istiyorum? Kullandığımız sosyal medya ortamlarının kölesi oluyoruz. Olduğumuzdan farklı biri oluyoruz, kendimizi dışarı farklı gösteriyoruz. İçimizdeki bastırılmış boşluğu, güvensizliği, asla içinden çıkamadığımız kendimizi beğenmeme psikolojimizi, like dileyen selfie’lerle bastırıyoruz. Ben yapıyorum. Sen de yapıyorsun çok büyük ihtimalle. Neredeyse herkes yapıyor bunu. Sosyal medya ve sosyal medyada popüler olma kavramı, bize insan psikolojisi ile ilgili bir şeyi hatırlattı:

İnsan doyumsuz bir varlıktır.

Daha fazla arkadaş, daha fazla takipçi, daha fazla like, daha fazla herkes tarafından görünme isteği, aslında robotlatmış şehir hayatımızın bizim içimizden alıp götürdüğünün sadece dışa yansıması. Zaten derinlerde bir yerde bozuk olan psikolojimiz, daha fazla like’a sahip fotoğrafı olanın daha üstün, daha fazla retweet’e sahip olanın daha lider olduğu sanrısına kapılmamıza neden oluyor. Çünkü sosyal medyaya hükmeden artık binlere, milyonlara hükmediyor, ve hükmetmek de güç demek. Sayfalarına reklam alarak para kazanıyorlar, gerçek dünyada da popüler konuma geçip istediklerini elde ediyorlar ve hepsinden önemlisi, paylaştıkları kendi doğrularını insanların beğenip paylaşmasının tarif edilemez tatmin duygusunu yaşıyorlar.

Bir de ayakta durmaya çalışanlar var, ki bu grup kullanıcıların yaklaşık %98’ini kapsıyor. Sosyal medyanın süpermodel fenomenlerini görüp onlar gibi olmaya çalışıyorlar, bir umut belki bir gün ünlü olurlar diye ellerinden geleni paylaşıyorlar, egolarını tatmin etmeye çalışıyorlar. Ama olmuyor. O güzel sandığın selfie’in yakın arkadaşların dahil 12 like’ı geçmiyor, komik sandığın video’yu neredeyse kimse izlemiyor. Dinlediğin müzik kimsenin umrunda değil, ve kedine Facebook profili açsan senden daha fazla arkadaşı olur.

Düşündüğümüzde bunların farkında olsak bile, neden hala bunun için savaşıyoruz? Neden kendimizi öne çıkarmaya çalışıyoruz? Neden gerçek olmayan, sokakta gördüğümüzde belki de yüzüne bakmayacağımız sahte arkadaşlıklar arasında kayboluyoruz? Neden, 10 dakika önce tuvalette ağlayan insanların aşırı makyajlı, 122 like alan fotoğrafını gördüğümüzde üzülüyoruz? Çünkü insan görerek, tekrar ederek öğrenir. Bütün gün Facebook’ta, Twitter’da, Instagram’da scroll down yaptıkça, kendimizin, birilerinin bir şekilde öne çıkıp beğenilen gönderilerinin tacizine uğramasına izin veriyoruz. Zaten bu platformların yapısı en temelinde, daha iyi bir deneyim için kullanıcılara daha fazla beğenilenleri göstermesi için tasarlanmış. Kalp, favori, yıldız gibi insanın beynine kolayca kazınacak şekillerdeki ikonların saldırısına uğruyoruz. Her fotoğrafın altındalar, yanlarında sayılar, ekranın her köşesindeler, her yerdeler! İstenen de bu zaten. Sürekli bir şeyleri like’lıyoruz, retweet’liyoruz, paylaşıyoruz. Kendimizden daha aşağılık gördüğümüz insanın fotoğrafını gördükten sonra selfie koyup ondan daha fazla like almayı umuyoruz. Alırsak egomuz tatmin oluyor, alamazsak iyice içimizde daha da çöküyoruz. Ama umrumuz değil, hemen yine bir tane koyarız, herkes bizi görür, ne de olsa biz daha iyiyiz değil mi?

Değil. Gerçekten olmadığından değil, tam olarak böyle düşünüp bu soruyu sorduğun için: değil! Bir insanın ne kadar başarılı olduğuna like’lar karar veremez. Like alınca güzel ya da popüler olmuyorsun. Neden dersen: çünkü o sen değilsin. Senin yarattığın sahte bir imaj. Ayrıca herşey dış güzellik (ki buradaki güzellik sözcüğü illa fiziksel/görsel güzellik değil, bir yazının ya da fikrin dışarıdan başarılı gözükmesini de kapsar) değil. Çoğu insan yüzeyseldir, sadece bakıp geçerler, beğenirlerse basarlar. Az sayıda insan daha derindir, önemli olan onların düşünceleridir, o düşünceler ise bir kalp ikonunun yanındaki sayının bir artmasıyla ölçülebilecek bir kavram değildir. Beklentiler insanı harcar, içten içe mahveder, çünkü gerçekleşmezler. Önemli olan, olayın özünü kavramaktır, beklentileri sıfıra indirmektir. Sen. Sana diyorum. Yazıyı noktalarken,  şu soru sana gelsin: sadece en güçlü yanlarını gösteren, gerçek korkularını saklayan insanlara özenip sosyal medyadan beklenti içine girmenin seni üzmesine bugün de izin verecek misin?