Bastırılmış Duygular II: Ölüm Korkusu

Bu yazıyı 21 Ocak 2016 sabahından daha önce yazmaya başladım, güncel olaylarla ilgisi yoktur.

“Be a better and more positive person than yesterday.” Ya da Türkçesi: “Düne göre daha iyi ve daha olumlu bir insan ol.” Bir kaç yıl önce telefonuma, her sabah uyandığımda çıkması için ayarladığım bir kendime mesaj‘dı bu. Peki neden?

Yaşıyoruz, bu yaşamak demekse tabi. Daha tanımını bile bilmediğimiz bu sözcüğü hayatımızın ilk gününden son gününe kadar uyguluyoruz. Yaşamak ne demek? Biyolojik anlamda, beyin ölümümüz gerçekleşene kadar yaşarız. Çok ayrıntısına girmeden, bunun gerçekten yaşam olduğunu kabul edelim. En azından şimdilik. Yeni insanlar doğarken, ölürken, bu, aslında en doğal döngünün ve evrimin vazgeçilmez bir parçasıyken, neden asla kendi ölümümüzü düşünmüyoruz. Yaşıyoruz, geleceğe yatırım yapıyoruz, ölümsüz olduğumuzu sanıyoruz. Birazdan trafik kazasında bir anda ölsek, dünyaya, yakınlarımız dışında ne etkisi olur? Tüm dünyanın tanıdığı biri bile olsak, şu evrende ne önemi var ki bunun?

Hayatımızın on beş yılından fazlasını eğitime, ya da düzelteyim, sistemin istediği şekilde yetiştirilmeye ve sistemin kabul ettiği doğru‘ları doğru olarak kabul etmek için şartlandırılmaya harcıyoruz. Gerçekten istediğimiz ve bizi motive eden, hem kendi hayatımıza hem başkalarının hayatlarına bir şeyler katabilecek kavramları öğrenmek yerine, hiç ilgimiz olmayan, yıllar boyunca, asla işe yaramayacak dersler alıp, multidisipliner insan olarak yetişmek adı altında, onları geçmeye zorlanıyoruz.

Ulan dangalak! Multidisipliner insan böyle mi yetiştirilir? İnsanları sevmedikleri konularda zorla eğitemezsin. Bir insanın farklı alanlarda gelişmesini istiyorsan o insana zorla kendi beğendiğini empoze etmek yerine, farklı alanlarda gelişmenin önemini aşılayacak bir tohum ekersin. Sonra bırakırsın, o insan bu tohumun önderliğinde, gerçekten neyi seviyorsa onu yapar. Edebiyat okuyana zorla matematik, mühendise zorla Osmanlı tarihi vererek olmaz güzelim, sorry.

Hiç sevmedikleri şeylerle uğraşmaya yıllarca maruz kalan insanlar, en sonunda mezun olduklarında, herhalde bu kadar uğraştıklarına göre mükemmel bir şeyin onları beklediğini sanıyorlar. Güzel bir eğitim aldıktan sonra rahatsın be, değil mi? Bu yalanla uyuşturulmuş milyonlarca beyin kendini sorgulamaya başlıyor. Bakıyorlar, kendilerine vaat edilen şey gerçek değil, gelecekleri konusunda kaygılanıyorlar. Ne yapacaklarını bilemiyorlar, korkuyorlar, “bu nereye kadar böyle gidecek?” diyorlar. Geleceğe bakıyorlar, bulutlu, sisli, karanlık bir yol. Sonunda ise ölüm var. O yolda güzel hiçbir şey yok. Gerçekle yüzleşiyorlar. Upuzun, sonsuz gibi görünen o yolun yalnızca bir hayal olduğunu anlıyorlar. Güzel bir eğitim, rahat bir hayat. Bolluk, eğlence, tatiller, güzel, şık bir iş. Hepsi yalan. Bazıları var belki, ama o kafalarında kurdukları ütopya gerçek değil. “Ben ne olacağım?” korkusu tüm vücutlarını kaplıyor. İliklerinin titrediklerini hissederlerken bir çıkış yolu arıyorlar. Tıpkı yalnızlık gibi. Ama çare bulunamıyor. Tek çare belki de isyan. Tek çare dibine kadar inip, en büyük ölüm korkusuyla yüzleşip, “senden korkmuyorum” diyebilmek. Tek çare, belki de çaresizlik. Köşeye sıkışıp, savaşmak onunla. Kaçamazsın, çünkü eninde sonunda bir noktada yüzleşmek zorunda olduğunu biliyorsun.

Peki korkup kaçtığın şey, tam olarak ne acaba? O kadar korkmuşsun, bilinçaltını o kadar doldurmuşsun ki, korkunun yüzüne bakamıyorsun. Hissedememekten, kendin olamamaktan, bir zombiye dönüşmekten, ve hayatta gerçekten istediğine ulaşamadan ölmekten korkuyorsun. Sonsuz bir korku bu. Bundan kurtulmak için her şeyi yaparsın. Belki ölümün kendisi bile bu kadar acı vermiyor. En azından, yüzleşiyorsun, çok acıyor belki, ama bitiyor. Bu korku ise mahvediyor. En güzel günlerini, mükemmel olabilecek her şeyi mahvediyor. Ve bunun suçlusu sen değilsin, başkaları. Onlar için en kötüsünü istiyorsun. Sen kötü biri olduğundan değil, sadece, azıcık olsun  şu evrende adalet olduğuna inanmak istiyorsun. Geceleri uyuyamıyorsun. Bir şeyleri parçalamak istiyorsun. Saldırganlaşıyorsun. İçinde sevgi ve mutluluğa dair her şey yerini nefrete ve kabullenemeyişe bırakıyor. Sadece adalet istiyorsun. Çünkü iyi birisin, ve en iyiyi hak ediyorsun. Ama güvenecek hiçbir şey yok. İçindeki sana hayat veren şey sönüyor.

Yüzleş işte. Korkuyorsun ölmekten. Ölmeyeceğini sansan da, bitiyor bir gün. İşçi de olsan, müdür de olsan, işsiz de olsan, yönetici de olsan. Hiçbir şey seni kurtaramıyor. Tadacaksın. Yüzleş, ve ona göre yaşa. Diğer tarafta hayat olduğuna dair hiçbir bilimsel kanıt yok. Belki bir şekilde devam ediyordur, ama olasılıklar üzerine yaşamayız, değil mi?

Yüzleşmeden yaşayamayız, sonsuza kadar kaçamayız, değil mi?

Bastırılmış Duygular I: Yalnızlık

Bir sürü arkadaşın var. Ailen var, seni sevenler çok fazla. Eğlenceli birisin, insanların yüzünü güldürebiliyorsun. Bu kolay bir şey. Etrafında bir sürü insan var. Belki kalabalık bir konserdesin, belki de herkesin yürüdüğü bir caddede, ya da belki de bir sinema salonundasın. İnsanlarla konuşabiliyorsun, gözlerinin içine bakabiliyorsun, ama bakarken derinlere, uzaklara dalıyorsun. Onlara dokunabiliyorsun, ellerini tutabiliyorsun, öpüşüp sevişebiliyorsun, ama hissedemiyorsun. Ne kadar konuşsan da, gerçek sen’i duymadıklarını biliyorsun. Tıpkı yan yana duran, ancak farklı kanallardaki iki radyo gibi. Ne kadar yakın olsan da, iletişim kuramıyorsun. Farklı frekanslardasınız.

Seçilmiş yalnızlıktan, seçilmemiş, zorlanmış yalnızlığa geçiş seni karanlığa sürüklüyor. Elinde değil. Yalnızsın işte. Kaçamıyorsun. O yalnızlığı senden alabilen çok az insan var. Ve onlar da, farklı sebeplerden dolayı yoklar. Kendini bir yere, bir gruba, bir olaya, aktiviteye ya da organizasyona ait hissedemiyorsun. Kendini dış bir etkenin kollarına bırakamıyorsun. Bir elin parmağını geçmeyecek kadar insana bırakabiliyorsun, sadece onlara bağlanabiliyorsun, onlarla kendin olabiliyorsun. Onlar ise, anla işte, neden bilmiyorum ama yoklar. Neden böyle oluyor?

Bozulmamış çok az insan var. Senin içindeki gerçek sen’i görebilen, o’na dokunabilen o kadar az insan var ki. Hayatına girip, çıkıp, tekrar giriyorlar. Kime, neye, nasıl, ne zaman güvenebileceğini bilemiyorsun. Seni en yukarı çıkaran insan, bir anda bırakıveriyor. Dibe vurmuşken elini uzatan, halini gören ve güveniyorum diyebildiğin insan, seni yukarı çekerken ona güvenebildiğini hissettiğin anda seni bırakıveriyor. Haftalar sonra karşına, bu insanların sana attığı kazıkları düşündürtmeyecek kadar hayat dolu biri çıkıyor, seni bırakmıyor. Sonunda dürüst ve zeki biriylesin, bu defa da hayat sizi başka nedenlerden dolayı ayırıyor. Bak, yine sıfırdasın işte.

Kalmıyor kimse. Herkes mi gelip geçici? Herkes mi yüzeysel yaşamak istiyor? İnsanların ilişkilerden ilişkilere atladığı bu uzun yolda yalnızca bir dinlenme tesisi gibi, gelip geçeni izliyorsun. Herkes uğruyor, biraz duruyor, sonra gidiyor. Nereye yetişmeye çalışıyorlar acaba? Elinden bir şey gelmiyor. Sorunu kendinde arıyorsun, ama sorunun onlarda olduğunu biliyorsun. Keşke kendinde olsa, düzeltirdin, ve her şey yoluna girerdi. İzliyorsun zamanın kum saati gibi geçmişten geleceğe akıp bitmesini tek başına. Keşke bir el, o kum saatinin zamanı dolduğunda tekrar ters çevirse. En azından bütün o kum tanelerinin, bir kez daha şimdiki zaman‘dan geçeceğini bilirdin. En azından, birileriyle yolunun tekrar kesişeceğini bilirdin. Hiç tatmadıkları yeni, gerçek sen’i tadarlardı. Gelecek kaygın olmazdı belki? Keşke.

Yalnızsın. Bir gün daha yalnız geçiyor. Bir sürü insan görüp konuştuğun, ancak yalnız bir gün. Neyse ki uykun geliyor. Neyse ki yalnız olmadığın tek yer rüyaların. Rüyalarında yalnızlıktan biraz uzak kalabilecek olma düşüncesi bile sakinleştiriyor, huzur veriyor. “Belki gerçek hayat odur” diyorsun, “hepsi bir kötü rüya, yakında bitecek” diyorsun. Çünkü tek çıkış yolu bu. Başka yol yok. Dışarıda sosyalsin, çevrende insanlar var. Ama içinde ölümüne yalnızsın işte. Yapabileceğin tek şey var.

Bastırıyorsun. İçindeki sonsuz yalnızlığı, dışında sürekli insanlarla görüşerek bastırmaya çalışıyorsun. İşe yaramayacağını bilsen bile, daha iyi bir alternatifin yok. Gözlerin kapanıyor, döngü devam ediyor. Aynaya baktığını hayal ediyorsun. Geldiğin hale bak. Sen bu değilsin, bu olmadığını, gerçekte kim olduğunu biliyorsun. Ama kendin olamıyorsun. Başkalarına bağımlısın. İnsanın kendi kendine yetebileceği yalanına inanamayacak kadar zekisin. Kendini kandıramıyorsun. Gözlerin tamamen kapalı, yatağında uyumaya çalışıyorsun. Her gece. Keşke sabah gelmese diyorsun, ama uyku da çözüm değil. Ölüm bile kaçış yolu değil, belki de bu bilgi hayatını kurtarıyor. Deliriyor muyum diye düşünüyorsun? Hayır, delirmiyorsun. Sadece cehalet mutluluktur ve cahil olamıyorsun, hepsi bu. “Keşke cahil olsaydım” diyorsun, ama aslında o da çözüm değil. Tek çözüm var ve bunun senin elinde olmaması canını yakıyor. O çözüm her şeyin ilacı, bütün bu karanlık günlerin sonu. O son eksik parça. Bütün resmin kalbindeki, ona hayat veren tek şey. Bulamıyorsun, bu yüzen sahte hayatına devam ediyorsun. Yüzleşmek istemiyorsun, çünkü kendin ne kadar güçlü olsan da, insanların aptallıklarını değiştirecek gücün kalmamış. Sen busun işte.

Milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde yapayalnızsın işte.

Müziğin Gücü

Not: Profesyonel bir müzisyen değilim, ancak şirin bir dinleyiciyimdir 😊. Olayı üretici değil tüketici bakış açısından, basit bir dille anlattım.

Sıradan, ruhsuz bir gün. Sen ruhsuz değilsin de, gün ruhsuz. Yine kendini değil başkalarını suçluyorsun. Sonra bir şey tüm gününü değiştiriyor. Hayır, bir insan ya da bir olay değil. Aldığın bir haber falan da değil. En kaba ve teknik tanımıyla, havadaki moleküllerin, saniyede yaklaşık 20 ile 20000 kez arasındaki belli frekanslarda titreşimlerinin üst üste binmesi sonucu bu moleküllerin kulak zarına çarpması sonucu beynine ilettiği elektriksel hareketten bahsediyorum. Ya da diğer, kısa adıyla: müzik.

Pop, rock, metal, elektronik, alternatif, jazz, house, arabesk, dubstep, goa trance, brutal fark etmez. İster 120bpm 4/4 time signature’a sahip basit bir şarkı olsun, ister birkaç arkadaş dışında kimsenin sayamayacağı kadar progresif olsun, müzikte önemli olan şey insana bir şey hissettirmesidir. Gerisi ne fark eder ki? Hissetmek her şeydir, ve müzik de bir şeyler hissedebilmenin, ya da var olan duyguları güçlendirmenin en doğal yollarından biridir. Peki derinlere inersek, neden müzik bizi bu kadar etkiliyor? Sonuçta yalnızca havadaki moleküllerin titreşmesi değil mi bu olay? Nasıl oluyor da, bizi en derinimize götürebiliyor?

Öncelikle, belirli nota ya da akorlara tek parça olarak bakarsak, belirli frekanstaki belirli notaların birlikte kulağa daha güzel gelmesini inceleyebiliriz. Burada hafif matematik devreye giriyor. En basit haliyle, belirli bir frekansın harmonikleri (yani frekansın katları), o frekans ile birlikte duyulduğunda kulağa daha uygun gelir. İnsan beyni, aynı frekanstaki titreşimleri daha çok beğeniyor, bu yüzden, harmoniklerinin frekansı eşit olan notalar da kulağa daha güzel geliyor. Genel olarak temel frekansları arasında matematiksel olarak belirli, küçük sayılardan oluşan bir oran olan sesler üst üste bindiğinde kulağa hoş geliyor. Bu konuda yüzlerce kaynak var, ancak kanımca en kısa ve net özetleyenlerden birine buradan ulaşabilisiniz.

Ancak tek başına nota ve akorların kulağa hoş gelmesi, tek başına bir şey ifade etmiyor. Önemli olan müziğin genel olarak insana, başından sonuna kadar güzel gelmesi. Bu yüzden müzikte bir tempo olmalı. İnsan beyni, tekrar eden, ard arda geldiğinde pattern özelliği taşıyan her olgudan -ister ses frekansı, ister benzer şekil ve semboller olsun- belirli bir desen/tekrar oluşturmayan karşılıklarına göre daha fazla etkileniyor. İnsanın eşlik edebileceği, değişmeyen bir ritimde olan şarkılara kolayca ritim tutarak eşlik etmemizin daha kolay olmasının nedenlerinden biri de bu. Bu ritme uyacak biçimde, yine matematiksel olarak, tamamen frekansların oranı üzerine kurulu scale’lardan notalar oturttuğumuzda da kulağa güzel geliyor.

Bir başka müzik etkisi de, müziğin insanı dinlediği süre boyunca (dakikalar, saatler gibi) duygulara hitap eden yapısından dolayı, çağrışımsal hafızamız ile beynimizde anılarla birlikte ilişkilendiriliyor. Böylece, bazı şarkılar, bizi bazı günlere ve zamanlara götürüyor. Tıpkı bir fotoğrafın bizi bir yere ya da bir kokunun bir kişiye götürmesi gibi. Eğer bir müziği bizim için önemli bir durumda dinlediysek, o müziği tekrar duyduğumuzda beynimiz en iyi yaptığı şeyi yapıyor: o anıyı hatırlıyor (bazen hatırlamaz olaydık diyoruz, ayrı konu 😊).

Hepsi bu mu? Birazcık araştırırsak, ya da daha derinlere inersek, çok daha etkileyici ve radikal sonuçlarla karşılacağımızdan eminim, ancak müziğin nörolojik etkileri yıllardır araştırılıyor olsa da, temelindeki nedenler konusunda henüz kimse kesin bir sonuca ulaşabilmiş değil. Kişisel olarak bunun nedeninin, müziğin temelinde matematik ve bağıntılar olduğu gerçeği olduğunu düşünüyorum. Müzik yalnızca, zaten doğada olanın, insanın temel duyularından biri olan işitme duyusuna hitap eden hali. Nasıl doğadaki yapraklara ve ağaçlara baktığımızda bize kendi içindeki oranlarla ve desenlerle görsel açıdan güzel geliyorsa, müzik de aslında aynısını yapıyor. Müziğin temelinin matematiksel oranlardan başka bir şey olmadığını, bu oranların desenleri oluşturduğunu ve insan beyninin de en iyi yaptığı şeyin duyulara hitap eden desenlere yanıt verme olduğunu düşünürsek, müziğin bize niye bir şeyler hissettirmek konusunda başarılı olduğunu anlamak zor değil. Çünkü müzik, bize en temelimizde ne olduğumuzu hatırlatıyor. Bizi yeniden biz yapıyor, bize yaşam enerjisi veriyor. Hem de dışarıdan hiçbir madde almadan. Bizi daha derine götürüyor, içimizde var olanı görmemizi, hatırlamamızı sağlıyor.

Belki de en zor sorulara cevabımız, zaten içimizde en derinde bir odada saklıdır, ve müzik de, aşk ile birlikte buraya ulaşmamızı sağlayan anahtarlardan biridir. Zaman gösterecek.

Korku

“Bazı şeyleri sorgulamamak lazım”, “Başarılı olmak için çok çalışman lazım”, “Sen mi kurtaracaksın dünyayı?” ve benzeri sayısız örneği olan cümleleri günde kaç kere duyuyorsun? Sana verileni kabullenmekten sıkılmadın mı? Elinde olanla yetinmek adlı saçmalığın çocukluğundan beri sana bir zehir gibi enjekte edildiğinin farkında mısın? Daha fazlası için adım atmaktan korkuyor musun? Belki de artık bu döngüden çıkma zamanın gelmiştir.

İnsansın, ve evrimsel süreçte korku, hayatta kalmak için en temel içgüdülerden biri olarak gelişmiştir. Hayati tehlike durumunda yaşamını sürdürebilmek için doğadaki olmazsa olmaz hislerden korku, şu anda hepimizin hayatta olmasını sağlamıştır. Ancak günümüz dünyasında şehir hayatı ve yaşam tarzı, insanın evriminin adapte olacağından yüzlerce kat hızlı gelişmektedir, ve doğal olarak bazı duygular günlük hayatımızla çelişmektedir. İnsanın içindeki duygular kontrolden çıkabilmekte, ve insanlar manipülasyona açık hale gelmektedir. Hayattaki en büyük başarısızlıkların nedeni korkmaktır. Sakince kendi geçmişini düşün, kaç tane yaptığın şeyden, kaç tane yapmadığın şeyden pişman oldun? Yapmadıklarının kaç tanesini korktuğun için yapmadın? Kaç tanesi için keşke diyorsun? Hemen hemen herkesin bu konuda az ya da çok hatırladığı olay vardır.

Belki de kendini değiştirmelisin. Ne olursa olsun yaşamayı seçmelisin. İşini sevmiyor musun? O işten çıkmaktan korkma. Evini sevmiyor musun? Taşınmaktan korkma. Sevgilini sevmiyor musun? Ayrılmaktan korkma. Sahnede başarısız olacağını mı düşünüyorsun? Çıkmaktan, gerekirse rezil bile olmaktan korkma. Ne olduğunu bilmediğin o yere giden trene binemiyor musun? Oraya gitmekten korkma. Peki ya denemek isteyip çok istediğin o spor? Denemekten, yeri geldi mi bir yerini kırmaktan korkma. Yaşamaktan, denemekten, sevmekten, hissetmekten korkma. Değişimden korkma. Korktukça kaybedersin. Cesur oldukça kazanırsın.

“Kaybetmekten korkma; bir şeyi kazanman için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve unutma; Kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin.”

Che Guevara

Alışageldiğimiz düzenden çıkmaktan, bir şeyleri bozmaktan korkuyoruz. Rahatlık alanımızdan comfort zone‘umuzdan bir türlü çıkmıyoruz. Elimizdekiyle yetiniyoruz. Bir şeyleri gerçekten değiştirebileceğimize inanmıyoruz, çoğu konuda baştan vazgeçiyoruz. Basit, sıradan hayatımızda, aslında bilinçaltındaki korkularımız tarafından demir parmaklıklarla çevrili olduğumuzun farkına bile varmadan, rahatça yaşıyoruz. Görünmez ellerin kuklalar haline getirdiği kendimizin yaşadığı Stockholm Sendromunda, zıplamamayı şartlanarak öğrenmiş kurbağalardan farkımız yok. Yaşadığımız için, durumumuz daha kötü olmadığı için şükrediyoruz. Yerimizde sayıyoruz. İlerleyemiyoruz.

Çok daha fazlasıyız, kendi potansiyelimizin yanında, şu anki olduğumuz aslında koca bir hiç. Çok daha güzel, çok daha mutlu, sağlıklı, eğlenceli, gerçek bir hayata sahip olabilecekken, şu ankini de kaybetme korkusu hep bizi durduruyor. Ama belki de korktuğumuz şey gerçek bir şey değil. Belki sorgulamadan kabullenmekten dolayı olabileceğimiz hiçbir şey olamıyoruz. Birileri sen mi değiştireceksin diye bizle dalga geçerken, başka birileri dünyayı değiştiriyor. Hep gelecek planları yapıyoruz, öldükten sonra bile cennete gitmeyecek miyiz nasıl olsa? Çok sorgulamamak lazım, değil mi?

Belki de en büyük sorunumuz bu. Yaşamaktan korkuyoruz. Savaşmamaya programlanmışız. Hak etmediğimiz aptal, sıkıcı, boş hayatı yaşıyoruz ve konuda bir şeyler yapabilecekken yapmıyoruz.

Sen. Evet sen. Haydi şimdi bu yazıyı kapattıktan sonra, hayatında bir şeyi değiştirmekten korkma. Kendin olmaktan korkma. Yaşamaktan, kendi istediğin hayat için, elde edene kadar savaşmaktan korkma. Kaybetmekten de korkma. Dibe vurmaktan korkma. Acıyı da, mutluluğu da, eğlenceyi de, çaresizliği de, aşkı da, tutkuyu da (ki illa birine duyulan bir duygu anlamında değil, severek yapılan bir hobi de olabilir bu) dibine kadar, sonuna kadar yaşa. Sesi sonuna kadar aç. Hisset. Gerçekliği hisset. Tüm korkularını yen. Çünkü dibe vurmadıkça, asla yukarı atlayamazsın.

X

Bu yazıdaki tüm karakterler tamamen kurgusaldır. Gerçek insanlarla benzeşmeleri tamamen tesadüftür.

Congratulations! You have a new match!

Hikayemizin gizemli karakterine, tüm bilinmeyenleri ve mutluluğu temsilen X, herşeyi sorgulayan meraklı, antagonist kılıklı protagonistine de Y diyelim. App’ler üzerinde yaşadığımız şu günlerde Y’nin görmeye alışık olduğu sıradan bir ileti, kısa süre içinde hayattaki en büyük pişmanlığına dönüşecekti. Gününü bile hatırlamıyordu, ama ilk mesajı atan cesur, özgüveni yüksek kızları hep sevmişti Y.  X’in Y’ye mesaj atması, buluşup kaynaşmaları, yakınlaşıp güzel zaman geçirmelerine bakarsak, herkes için güzel bir geceydi. Sonraki sabah herşey çok güzeldi, süperdi, sıradan, modern bir yakınlık. Tinderella gibi. Her şey böyle tozpembe olsa bu blogu yazmazdım ben de tabi.

6 Ekim 2015

Çok kısa zaman içinde, X, Y’ye bir sürü şey vaad etti, Y’nin tüm hayallerindeki insan oldu. Y, X’siz bir hayat düşünemiyordu artık. Önüne gelene vurup geçmeyi seven Y, ilk kez afallamıştı, böyle bir şey başına daha önce gelmemişti. Nasıl olduğunu bile anlamıyordu. Gittikçe kaptırıyordu, karşı koyamıyordu, koymak da istemiyordu. Buna ihtiyacı vardı uzun süredir.

Günler, haftalar geçti, Y artık kendini yalnızca X cinsinden ifade edebilen bir denkleme dönüşmüştü. Dünyanın en tatlı, en tehlikeli, en heyecanlı, ve en gerçek denklemiydi. Belki de ilk kez, hayalleri gerçek olacaktı Y’nin. Belki de ilk kez, o son parça, oradaydı. Y artık dayanamıyordu. Olgunlaşmıştı, dürüsttü, asla yalan söylemeyen bir insandı. Bir gece şampanya içiyordu, adeta önceden zaferi hissetmiş gibi. İçti, içti, daha fazla tutamayacaktı. X’e tüm dürüstlüğüyle her şeyi, tüm duygularını anlattı. Geçmişinden biliyordu ki, birine ilan-ı aşk ettiğinde sonucu her zaman olumsuz teperdi, friendzone’lanırdı. Defalarca test etmişti, onaylamıştı bunu. Yine de yaptı, içinden bir şey bu defa farklı olacak diyordu. Evet, gerçekten de farklı olacaktı.

9 Ekim 2015

Diyeceği neredeyse herşeyi tüm açıklığıyla, tüm çıplaklığıyla yazıya dökmüş ve göndermişti. Kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. Kendi olmuştu o sözcüklerde. Damarlarında kandan çok alkol gezerken, Y’nin aldığı bir mesaj her şeyi değiştirdi. Beklemediği kadar güzel ve umut veren bir cevap aldı yazdıklarına. O an, işte o an, tekrar yaşadığını hissetti. Karşı konulmaz bir rüyaya atladı. Uçuyordu. Tüm hayallerin, yapamadığı, paylaşamadığı herşeyin içinde, yerçekimsiz bir ortamda uçuyordu. Tüm gelecek kaygısı, korkuları, çevresindeki yüzlerce insana rağmen hissettiği yalnızlığı, bir kişiden gelen bir mesaj sayesinde yok olmuştu. Gelecek planları, bir sürü gelecek planı. Hem de hayata senle aynı gözle bakan biriyle. “Sonunda!” demişti Y, sonuna o’nu buldum. Dünyanın en güzel rüyasıydı bu gece. Gerçek olamayacak kadar güzeldi. Id ile ego arasında, yıllardır kimsenin dokunamadığı bir yerlere dokunuyordu adeta. İyi ki vardı X.

14 Ekim 2015

X çok zor günler geçiriyordu, ve Y onun olabildiğince yanında oldukça (ki çeşitli sebeplerden, ne kadar isterse istesin fiziksel anlamda yanında olamıyordu) daha da mutlu oluyordu. X madde, Y aşk bağımlısıydı. Bu bataklıktan birlikte kurtulacaklardı. Birbirlerini kurtaracaklardı. Bunalımdayken bir anda ne kadar da güzel olmuştu her şey. Y sevgilisiyle yeni ayrılmıştı, psikolojik sorunlardan dolayı aldığı ilaçları bırakmıştı. Hayata dönüyordu. X, olabilecek en güzel zamanda Y’nin hayatına girmişti. Y daha güzel bir çıkış düşünemiyordu. Her sabah yaşama sevinciyle uyanır olmuştu tekrar. Yaptığı en basit şeyler bile tekrar anlamlı olmuştu.

18 Ekim 2015

Bütün bu zor günlerin arasında, sonunda uzun (en azından uzun hissedilen diyelim) süreden sonra tekrar görüşeceklerdi. X limite giderken Y’yi ondan uzaksatan ve Z ile ifade ettiğimiz tüm değişkenlerin çarpanını sıfıra yaklaştırıyordu. Çok az kalmıştı. Asla vazgeçmeyecekti, söz vermişti. Ne olursa olsun. Çok yakında ortada Z kalmayacaktı, ve X ile Y hayatı birlikte paylaşacaklardı. Yeniden buluşmaya, yakınlaşmaya, ve tüm kötülükleri tamamen unutmaya saatler kala, Y yola çıktı. Normalde asla çıkmayacağı bir yola. Yağmur yağıyordu.

(Bu mükemmel cover ile birlikte, YouTube videosundaki Sweet November’ı izlemediyseniz kesinlikle öneririm. Özellikle de hala benim gibi Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki kızı arıyorsanız…)

22 Ekim 2015

Y, X ile buluşacağı yere vardı. Yağmur şiddetleniyordu, ama koymuyordu. Y bekledi. Öylece bekledi. Evinden çok uzaklarda, öylece bekliyordu. Ne kadar uzakta olsa da, X’in yanında evinde hissediyordu, yabancılık çekmiyordu asla. Saat ilerledikçe, her dakika heyecan ve gerilim artıyordu. Dakikalar geçti. Saatler geçti. Aradı X’i. Sürekli aradı. Her yerde, her şekilde. Her biri kalbine uzaklardan saplanan bir ok gibi isabet ediyordu. Islanıyordu yağmurda. Her yağmur damlası birer gözyaşıydı artık. Karşı koyamıyordu. Kelimelere dökemiyordu. Ağlayamıyordu bile aslında. Bekledi, biraz daha bekledi. Belki geri döner diye. Belki başına bir şey gelmiştir diye. Dönmedi. Asla. X, Y’nin ona ulaşmasının tüm yollarını engelledi. Hem de hiç bir neden olmaksızın.

Y, zamanında uçaktan bile atlamıştı, ancak böyle bir serbest düşüş hatırlamıyordu. Tır ve kamyonların arasında, trafiğin en çok olduğu saatte bu yağmurlu günde yola koyuldu. Yanına, X ile içmek için aldığı içki şişesini aldı, açtı, içti. Tüm hayalleri, tüm planları, kısacası son zamanda hayatına anlam katan her şey. Bitmişti. Oracıkta, uyanmıştı rüyadan. Artık X yoktu, var olmamıştı belki de. X, çok güzel bir rüyaydı. Çekip gitmemişti, ölmüştü adeta. Gerçeklikten kaybolmuştu. Giden birinin peşinden koşabilirdi, ya da akıllanıp dönmesini bekleyebilirdi, ama X gitmişten çok daha öteydi artık. Yoktu. Y, bunu idrak edemiyordu. Daha önce kimse böyle bir şey yapmamıştı ona. Kimsenin böyle bir şey yapmak için nedeni olamazdı da. Hala anlam veremiyordu. Neden diyip duruyordu. Hayatının en büyük, en korkunç kabusuna uyanmıştı. Ve gidecek bir yeri yoktu.

23 Ekim 2015

X’in cenazesini yaşıyordu. Kafasındaki o mükemmel X ölmüştü. Aniden, beklenmedik bir gün. Kalp krizi dediler. Y, asla inanmadı. X’in kriz geçiremeyecek kadar güçlü bir kalbi vardı. Öldürülmüştü X. Onun kadar mükemmel olamayan sahte X, gerçek X’i öldürmüştü. Tam da balayında. Gökyüzü bile simsiyaha bürünmüştü bugün. En siyah kıyafetleri, damlalar üzerine çarptıkça ışıktan yansıyordu, kalan son umudu gibi. Cenaze namazı okundu. İnandığı da yoktu pek, ama formaliteden kıldı namazını. Onu son görüşüydü. Gitti yanına tabutuna sarıldı. Yağmur damlalarından biri oldu. Elinde bir gül vardı. Tüm damlalara rağmen solmayan, kıpkırmızı bir gül. Onu yavaşça üzerine bıraktı. Son kez bakıyordu o’na. En anlamlı konuşma, en kısa ve öz olandı:

Seni seviyorum. Hep sevdim, sana tek bir yalan bile söylemedim ben. Hep X ve Y’yi istemiştim. Herşeyden çok. Seni asla unutmayacağım, ne olursa olsun. Vazgeçmeyeceğim.

Hoşçakal, X.

Y’nin en güzel rüyasıydı bu. En güzel ve en uzun rüyasıydı. Taksi çağırdı, bindi. “Öndeki aracı takip et,” dedi. Oysa öndeki aracın nereye gittiğini bile bilmiyordu. Gitti, öylece gitti. Hep devam etti bir yerlere, tekrar evinde hissedecek bir yer bulana kadar. Cebinde beş kuruş dahi olmadan… Hayal etmeye devam etti. Ne de olsa,

“Bu yazıdaki tüm karakterler tamamen kurgusaldır. Gerçek insanlarla benzeşmeleri tamamen tesadüftür.”

Hepsi sadece bir rüyaydı.

To be continued. Somewhere, some time…